bize dair

zamanı “geçirmek” & özgürlük

Yıllar önce, henüz sistemin dişlilerinden biri iken (hâlâ az da olsa öyle olduğumun farkındayım) bir arkadaşımla ettiğimiz sohbetlerde, dönüp dolaşıp çalışmama konusuna gelirdik. Hani para kazanmaya mecbur olmasak gibi şeyler düşünürdük, şu hiç sevmediğimiz işlerimizi yapmak zorunda kalmasak, bu hiç onaylamadığımız kurumları beslemesek… Ben her seferinde çok heyecanlanır ve ne kadar güzel olacağını düşünürken arkadaşım “iyi de o zaman ne yapıcaz; nasıl geçecek zaman; bir yerden sonra çok sıkılmaz mıyız” gibi sorulara takılırdı.

Çok içimden gelerek söylüyorum -ama yeni idrak ediyorum- ki bir insandan duyduğum belki de en korkunç, daha doğrusu en üzülünesi şeydi. Dünyaya her birimizin binbir türlü armağanla geldiğini biliyorum ve bunun hiçbir şekilde farkında olmayan arkadaşım, hiç ihtiyacı olmayacağı durumda bile; hiç istemediği, hiç sevmediği, hiç ama hiç inanmadığı işine gidip çarkı döndürmekten daha iyi bir yaşamı tahayyül dahi edemiyordu. Zaman nasıl geçecekmişti

***

Oysaki zaman dibine kadar yaşanacak bir şey; geçirilecek, tüketilecek bir şey değil ki… Bu yaklaşım, kendimizi uyuşturmayı haklı çıkarıyor ve tam da bundan dolayı çok tehlikeli buluyorum. Zaman’a bu şekilde yaklaştığımızda, abuk sabuk tv programlarının, yarısına yakını boş bakışmalarla geçen dizilerin, içi boş sohbetlerin (dedikodu veya karşı tarafı hiç de ilgilendirmeyen şeylerin karşılıklı aktarımı ve karşılıklı dinlenMEmesi) vd. hedefi ve/veya faili olarak buluyoruz kendimizi.

Sadece bunlar da değil. Normalde daha olumlu olduğu düşünülen eylemler de, tüketircesine eylendikleri sürece karanlık tarafa kolayca kayabiliyor. İçi gayet dolu dizileri, filmleri üçer beşer, üst üste izlediğimizde, bir kitaptan diğerine, internette bir makaleden bir başkasına atlarken hiç ara vermediğimizde ve sindirmediğimizde de durum farklı değil diye düşünüyorum. Yine tüketim, yine tüketim… Hem zamanın tüketilmesi hem de eserlerin… Ahh…

Tabii bunların temelinde kendimizden kaçmak, olan’la göz göze gelmekten sakınmak gibi şeyler var. Kaçarak yaşıyoruz yani. Gerçeklerden, hayatın kendisinden kaçarak… Bu tercihi bilinçli yapıyorsak yine iyi (belki bazen gerekiyordur) de çoğu zaman farkında bile değiliz yaptığımız seçimlerimizin. Otomatik pilota almışız ve sadece rolümüzü oynuyoruz.

Özgürlük yanılsaması içindeyiz ama bırakın özgür olmayı, bunun ne demek olduğunu bile bilmiyoruz birçoğumuz.

Özgürlük, önce kendin olma yoluna girmek, gerçek sen’e ulaşmak için kürek çekmektir. Sana sunulanları, ezberletilenleri elinin tersiyle itip gerekirse, ki genelde gerekir, başa sarıp, sıfırdan başlayıp içinin istediği diyarlara doğru yola çıkmaktır. Bu doğrultuda “ama”ları çöpe atmak, kendi kendine engeller (bahaneler) icat etmemek, olan gerçek engelleri ise aşmanın yollarını bulmak ve bunu oyalanmadan yapmaktır.

Özgürlük, şimdi ve burada olmaktır; geçmişte veya gelecekte kaybolmamaktır. Dünkü sende de kaybolmamaktır: benböyleyaparım, benşöylebirinsanım, benberikiniseverim, benötekindenuzakdururumlardan da uzak durmak, her an yeni sen’in takipçisi, daha doğrusu müridi, -yok yok- daha da doğrusu yeni sen’in ta kendisi olmaktır. Her an yenilenmektir yani özgürlük.

Özgürlük, istediğin şeyi yapmaktır, evet ama bundan da çok, istemediğin şeyleri yapmamaktır. Sana dayatılmayan bir hayat yaşamaktır. Herkesin kullandığı, kalabalık ve sıkışık çevre yolu yerine arka sokaklara girmek ve oralarda kaybolmak, bunun tadını çıkarmaktır. (Çevre yolunda yakalanmamak çok zordur. Trafiği var, polisi var, reklam panoları var; biri olmasa bir diğeri yakalar seni.)

Hayatını yaratma sorumluluğunu almaktır özgürlük.

Milyonlarca kez gidilip iyice belirginleşmiş ve artık üstünde ot bitmeyen, canlılık kalmamış patikalardansa, ormanın içine dalıp yeni yollar açmaktır; kolunun bacağının çiziklerle dolacağını göze alıp…

Onaylanmak için, sevilmek için, beğenilmek için; sana dar gelen ve hiç yakışmayan deli gömleklerini giymemektir. Onaylanmak iyidir ama sen olmayan bir sen’i oynadığın için onaylanacaksan hiç onaylanma daha iyi; sevilmek iyidir ama sevilen kişi gerçek sen değilsen, sevilse ne olur sevilmese ne; beğenilmek iyidir ama beğendikleri senin özün mü yoksa onlara gösterdiğin sahte yansıman mı…

Ve sonuçtan bağımsız hareket edebilmektir özgürlük. Varacağın yerin harikalar diyarı olmayabileceğini çoktan kabul etmiş olmak ve bunun sorumluluğunu almak, zaten aslında bir yere varmaya da çalışmamaktır özgürlük. Yolda olmaktır; hep gitmektir, kendinin peşinden, kendinin içine…

Her an değişen ve yenilenen sen’le raks etmektir; onu tutmadan, zapt etmeye çalışmadan…

—————————————–

Blog yazarının üç notu: 

1 – Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi “Yeni”ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 – Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 – Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

4 Yorum

Damla için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir