kahvaltı ve hikâyeleri
“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
-Cemal Süreya-
Dün sabahki kahvaltımızın çekici görüntüsü, içimde bunu bir şekilde paylaşma heyecanı oluşturdu. Önce malzemeleri masaya taşıyıp henüz yerleştirmeden -hiç adetim olmadığı üzere- bu muhteşem manzaranın fotoğrafını çektim. Şimdi de kim bilir neler söyleyeceğim üzerine. (Bende sistem genelde böyle çalışıyor: Yazıya bir fikir veya bir duyguyla başlıyorum ve benim de bilmediğim bir yerlere doğru hep birlikte yolculuğa çıkıyoruz.)

Bir sofra asla sadece sofranın üzerinde görünen malzemelerden ibaret değil. Her birinin arkasında upuzun hikâyeler saklı. Bakmak istersen, buna gönüllüysen bu hikâyeler kendilerini açarlar. Aynı şey her insan ve her durum için de geçerli. Dikkatimizi vermediğimiz sürece, olan biten her şeyin sadece yüzeyini görürüz, oysaki buzdağının görünmeyen yüzü her daim görünenden katbekat büyüktür.
Dikkat verdiğimizde, ilgi gösterdiğimizde ise dalışlar yapmaya başlarız. Aşağıda neler var, neler oluyor; yüzeydeki formu taşıyan saklı form neye benziyor. Orada ne gibi canlılar, ne gibi dehlizler, tüneller, girinti-çıkıntılar var. Buraya ne gibi dalgalar, akıntılar vurmuş ve neyken nasıl bir hâle gelmiş… Her dalışta olan’ı daha iyi kavramaya başlarız. Eğer yeterince emek verdiysek ve kendimizi, “bilme”ye açtıysak, belki bir gün varoluşun büyük sırrına da ereriz. O an’a kadar ise her halükarda bilmediklerimiz bildiklerimizden çok daha fazla olacak. Şu hayatta net bildiğim çok az şeyden biri bu.
Sofra, kahvaltı derken nerelere geldik. Dedim ya, ben de bilmiyorum ki ne yazacağımı. Akıntı ve dalgalarla birlikte ilerliyoruz işte.
Hayatım boyunca kahvaltının yaşamımdaki yerine bakıyorum da başlı başına ne kadar çok şey anlatıyor. Kurumsal işlerde 9-6 çalıştığım zamanlarda, yani bayağı eskiden, evde alelacele hazırlayıverdiğim sandviçleri veya pastaneden aldığım poğaçaları iş yerinde çayla birlikte yerken bile buna elimden geldiğince geniş bir alan açmayı seviyordum ama bu alan asla yetmiyordu. Bazen cumartesi ve her zaman pazar günleri, bir de bazen hafta içi akşamları yaptığım kahvaltılarda ise nasıl da kendimden geçiyordum. Ve yaşadığım hayat, böylesine kendimden geçercesine sevdiğim bu kadar basit bir şeyi her zaman deneyimlememe izin vermiyordu. Pıff…
Fakat o günler geride kaldı, artık geleceğe ve her sabah kahvaltı yapma hâlime güvenle bakıyorum (gülücük). Kimi zaman daha akşamdan heyecanlanıyorum, sabah olunca kahvaltı yapacağım diye. Birkaç yıl önce, kahvaltı sofrasındayken “Allahım lütfen doymayayım” diye son derece terbiyesizce ve bilinçsizce dualar bile ediyordum; düşünün. (Şimdi gel de bu parantezi açma: Geçen yıl, iki yıl kadar görmediğim arkadaşım Bülent’i ziyaret edecektim. Kızı Elif’e sormuş: “Emre’yi hatırlıyor musun? Yarın bize gelecek.” Elif önce hatırlamamış, sonra ise “Aaa baba, Emre hani şu ‘Allahım lütfen doymayayım’ diyen tuhaf adam mıydı?” diye sormuş. Yorumsuz…)
Evet, her sabah, yalnız da olsam başkalarıyla da, kahvaltı sofrası rutinim, uzun uzun hazırlanmalarım ve yavaş yavaş yemelerim hep benle. Çok şükür ki seçtiğim (“bana bahşedilen” mi demeliyim) hayat buna izin veriyor. Yavaş yavaş ve tadını çıkararak kahvaltı yapamadığım gün benim için çile oluyor (azıcık abarttım). Bunun bağımlılık olduğunu bile söyleyebilirim. Ama çok seviyorum naapayım; kemale ermeden son bırakacağım şey bu olabilir belki ama önce diğer şeyler. Kahvaltı iyi, kahvaltı benimlasın; son an’a kadar!
Diyeceğim o ki bu fotoğraftaki kahvaltının ardındaki hikâyelerden biri bu mesela. Kahvaltıyı çok seven biriyim ve buna sınırsız zaman açabilen bir hayat yaşıyorum/yaşıyoruz. Çok şükür! Günümüzde “önemli” işler yapan “büyük” insanların hiçbirinin sahip olmadığı, sahip olsa da muhtemelen tadını bu kadar çıkaramayacağı müthiş bir rutin. Sahi ne zaman ve ne şekilde bu kadar çok sevdiğimiz şeyleri bırakmaya ikna olduk?
Arka plandaki diğer bir hikâye güzel dostların varlığı… Bu sofrayı bir-iki eksikle yalnız da hazırlardım ama bizi ziyarete gelmiş olan Handan canımla hazırlamak ve onun katkıları, gönlümüzle kalmayıp sofrayı da çiçeklendirdi. Ve Funda… O sıra yetiştirmesi gereken işleri olduğu için odada harıl harıl bülten yazıyordu ama hazırlarken bilincindeydik ki o da bizimle. Ne güzel ki…
İlk bakışta fark edilmeyen başka bir hikâye ise sofranın içeriğinde saklı. Tabaklarda görmüş olduğunuz, bir-iki minik istisna hariç her şey bizim köy sınırları içinden veya yerel üreticiden, Fethiye civarından. Mümkün mertebe temiz, zehirsiz üretim…
Bu fotoğrafın arkasında ilk bakışta görülemeyen bunlar var işte: Büyük oranda temiz ve yerel ürünler, dostlar, zamanıma hakim olabildiğim bir yaşam, sevdiğim şeyle bir olma hâli ve bütün bunları paylaşmaya alan açabilme. Çok şükür valla, çook…
Çeşitlerimiz ise -hikâyeleriyle birlikte- şöyle (sol alttan başlayarak, ters S şeklinde ilerleyerek…)
– tahinli salçalı şey: iyi domates salçasını (tat-tamek falan değil, aman) tercihen biraz zeytinyağı ile seyreltip üstüne tahini*, kimyonu, sarımsağı ve isteğe göre diğer baharatları <kekik, karabiber vs.> koy, iyice karıştır ve hopp hazır. Bu tarifin ardında Derya var mesela. Al sana yeni bir hikâye. İlk onda yedimdi bunu ve aklım çıkmıştı. O birinden mi öğrendi, yoksa kendi mi icat etti bilmem. Ama salçayla tahini bir araya koymak epey yaratıcılık gerektiriyor sanki. Ve nasıl da yakışıyor, hâlâ şaşırıyorum! Kahvaltının baş taçlarından…
* Buralarda genellikle çifte kavrulmuş, koyu kahverengi tahin üretilip yeniyor lakin ben az kavrulmuş, beyaz tahinciyim. İsmail’den (hepsi bahçeden) alıyoruz tahinimizi; çok güzel tahin!
– avokado: Şimdi tam mevsimi! Ortadan ikiye ayırdığın avokadonun çekirdeğini ayır, her iki yarımküreyi kabuklarından özenle ve emek vererek ayır, kaşıkla güzelce sıyırttır (aksi takdirde çok miktarda avokado ziyan olur). Kabuklarını yüzünün sakalsız yerlerine sür ve cildini besle. Kâsedeki avokadoyu güzelce ez, biraz zeytinyağı, biraz da tuz ve karabiber ekle ve karıştır. Sarımsak da aşırı yakışıyor ama sofrada başka sarımsaklı şeyler olduğundan buna koymadık. (Sarımsaklı hâli rakıya da güzel eşlik ediyor.)
Avokadoyu bazen oradan bazen buradan alıyoruz ama bu, pazarda yeni tanıştığımız çok tatlı bir teyzedendi; muhabbet de ettiğimiz için genelde çok seviyorlar bizi. Hemencecik bir-iki hediye sıkıştırıyor birçoğu. O da 4-5 tane mandalina atıvermişti çantamıza.
– yaban mersini ve alıç: Ormandan topla, sofrana koy. Çok da lezzetli değillerdi doğrusu ama göz zevkine hitap ettiği kesin. Hem şifa niyetine üçer-beşer ağza atmakta fayda var.
– üzüm: Hemen evin önündeki asmadan kopar, yıka, sofraya koy.
– incir: Son yağmurlar sonrası hâlâ bozulmamış, kurtlanmamışlarsa çeşmenin oradaki ağaçlardan topla. (Evin arka bahçesindekiler bitti.)
– zeytinyağı: yerel üreticilerden aldığın zeytin yağını kâseye koy. En basiti 🙂
Son zeytinyağımız Durkadın’dandı. Kendisi bu yöredeki sayılı, belki de tek organik sertifikalı üretim yapan orijinal köylü üretici.
– kuş yemi ya da susamlı şey, bilemedin zahter: İsim bulmakta zorlandığımgillerden ama benim için uzun yıllardır kahvaltının diğer baş tacı. Bunu da Burcu’dan öğrenmiştim, o ise ilk Bayramiç Yeniköy’de yapıyordu galiba, muhtemelen Balıkçı’dan öğrenmiş olabilir. Ben yıllardır susamlı şey diyorum, bir gün bize kahvaltıya gelen Aykut zahter demişti, ama en güzeli Funda’nın kuzeninin oğlunun koyduğu kuş yemi ismi galiba. Fethiye pazarından almış olduğun susamı, çörekotunu, kişnişi ve İsmail’den (hepsi bahçeden) almış olduğun keten tohumunu göz kararı miktarlarda karıştır. Biraz kavurduktan sonra tuz ekleyerek ez. Sonra ekmeğini önce zeytinyağına, sonra bu karışıma ban, yavaşça ağzına götür ve çıldır. Tahinli salçalı şeyin de sofradaki varlığıyla birlikte, bak bakalım peynirsiz hayat oluyor muymuş olmuyor mu…
Fethiye tulumu: Yukarıda bahsi geçen iki şahane şey sayesinde eve pek peynir girmiyor aslında. Bazen pazarda çok sevdiğimiz, pek güzel bakan o teyzenin lezzetli keçi peynirini alıyoruz, bir de işte eş-dost geldiğinde alınıyor nadiren. Bunu ise geçen gün pazardan 100 gr.cık falan alıvermiş Handan’la Funda. Güzeldi de valla, arada iyi oluyor; zaten iki günde bitti bile.
kavurga (kavrulmuş buğday-kenevir): Handan getirmiş. Bana aşırı hitap etmiyor gibiydi ama sonunu dün keyifle indirdim.
ekşi maya ekmek: İşte asıl baş tacı bu sayın seyirciler. Katıklar değişebilir, eklenebilir, çıkarılabilir lakin ekşi mayalı ekmek başımızdan hiç eksik olmasın inşallah amin. İlk olarak Işıl abla yoğurtmuştu bana, sonra asıl Burcu öğretti. Sonra ben de az insana öğretmedim, yoğurtmadım. Mayayı hazırlaması ve beklemesi, yoğurması, kabarma süreci, içi iyi pişecek mi heyecanları, yemesi, hepsi çok büyük lütuf. Çok çok şükür!
Buraya geldik geleli unları da genelde Fethiye üretici pazarından alıyoruz lakin geçenlerde ekmeğin besleyiciliğini çeşitlendirmek adına burada pek bulamadığımız çavdar, arpa unu vs.yi de edinmek için Yozgat’tan (Oğuzhan Çiftliği) bir siparişimiz oldu. Almışken buğday unu da aldık birkaç çeşitten ikişer üçer kg. Sonuç olarak gelmiş geçmiş en zengin ekmeğimi(zi) yoğuruyoruz ikidir: 5 bardak buğday unu, 1 bardak arpa unu, 1 bardak çavdar unu, 1 bardak yulaf unu, 1 bardak karabuğday unu, 1 bardak da mısır unundan (mısır unu pazardan)… Uff nasıl lezzetli, nasıl da besleyici…
zeytin: Bir miktar yeşil zeytin evde şu an acısının çıkarılma aşamasında ama bunlar pazardan, çeşitli üreticilerden. Siyah ve yeşil zeytinler… Bu seferki siyahı pek sevmedik ama yeşilin acılığı çok güzel.
fesleğenli, sarımsaklı zeytinyağı: Fotoğrafta ne idüğü en belirsiz arkadaşımız (ahşap kâsede). Bir önceki gün Nevalara gitmiştik ve onlardan biraz fesleğen almıştık. Bu fesleğenin de hikâyesi var aslında; Berna’nın babasının (Neva’nın dedesi) vakti zamanında Midilli’den getirdiği bu fesleğen yaz-kış yaşıyormuş ve bir şekilde tohuma kaçmıyormuş. Bu nedenle iki-üç kök bahçeye ekmişler ama bir kök de saksıya, gerektiği takdirde daha fazla özen gösterilmek, koruyup kollamak üzere… Geçenlerde kurutmak üzere de bir miktar toplamıştım ve hatta bugün itibariyle ufalanmaya hazır.
Bunu, Handan’ın yönergeleri ile yaptım. Fesleğen yapraklarını ve sarımsağı biraz tuz ile havanda dövdüm, üstüne zeytinyağı, biraz da karabiber. Ne tadına ne kokusuna doyum oldu. Biraz arttı da kahvaltılıkları koyduğumuz dolabı da süper kokuttu dünden beri. Bugün ise sonunu getirdik, kâseyi parmağımla sıyırmak suretiyle bittiğini ilan ettik. Sanırım fesleğen buldukça bundan yapıciğim.
domatesli, yeşillikli: Handan sabahları yeşilliksiz kahvaltı yapmaz, yapamaz :)) Benim ise o kadar adetim değildir ama olunca seve seve yiyorum. Bunu o yaptı; yeşillikleri kıydı, domatesleri kesti, zeytinyağı, tuz ve limonla buluşturdu. Lüzumsuz not: Normalde çok ince kıyar, bu seferkiler biraz büyük olmuş; valla kendisi şikayet etti.
limon: avokadoya da fesleğenli zeytinyağına da limon sıkmak istemedim. Bence lezzetleri çok bastırıyor. İsteyenler için sofraya ayrıca getirdik.
t-p!!!: İnanılmaz ama sofraya t-p (tahin-pekmez) getirmeyi unuttuğumu Handan’ın uyarısıyla fark ettim. Kahvaltı bağımlılığımın nadide parçalarından; yazın en sıcak günlerinde dahi… Tahin İsmail abiden demiştik, pekmez ise yerel üreticilerden (iki yıl önce bir miktar yapmayı da deneyimlemiştik bu arada). Tabii ki bitmedi, zira bu bir “güçlendirilmiş t-p”; Tuğçe’ye selam olsun. Hemen her zaman tarçın, çoğu zaman zencefil, bazen de kakao (iyi kakao) ekliyorum. Keçiboynuzu unu da harika bir katkı sunuyor ama bu aralar zaten keçiboynuzu pekmezi aldığımız için bir de ununu eklemiyorum; üzüm pekmezi kullandığımızda ise ekliyoruz ve süper oluyor. Bir de bazen çifte kavrulmuş tahin kattığım da oluyor.
Lakin bu sofrada yoktu. Handan’ın hatırlatmasına rağmen yapmadım da. Sofra yeterince zengindi zira. Yine de olsa hapur hupur yerdim ama bir gün ara vermiş oldum :))
Bu arada dünyada t-p diye bir şey varken nasıl oluyor da nutellalar, şokellalar yenebiliyor; buna aşırı derecede hayret ediyorum!
yulaflı şey: Her sabah tüm kahvaltıyı ben hazırlarken bu Funda’nın işi (adil bir iş bölümü değil ama olsun). Soframıza, işini bitirdikten sonra aramıza katılan Funda ile eklemlendi, dolayısıyla fotoğrafı yok: Yulafı bazen bir süre kaynatıyor, bazen sadece sıcak suda bekletiyor; hafif yumuşayınca onları çeşitli meyvelerle ve ceviz, fındık gibi kuruyemişlerle ve tarçınla (ve bazen zencefil, bazen de muskatla) birleştiriyor, üstüne bir de buraların çifte kavrulmuş tahininden (odun ateşinde kavrulan susamlardan yapılan efsane tahin, Durkadın’dan) koyuyor. Miss… Son zamanlarda karabuğday tohumu eklediği de oluyor. Aslında insan sadece bunu yiyerek son derece doyurucu bir kahvaltı yapabilir ama ben diğerlerini daha çok seviyorum.
Evet, hepsini yedik; t-p hariç…
Afiyet oldu! Bedenimize de ruhumuza da…
Bir yorum
Murat
Yazı da kahvaltı kadar “doğal”. Özellille imkanı olan insanlar nasıl sunni şeyler yiyor aklım almıyor. Ekmek yapımı çok zor iştir, tebrik ediyorum.