bana dair

Armağan neymişti?

Ön not: Bu satırları yazmaya, paylaştığım bir önceki yazıdan (kim bilebilir?) daha önce başlamıştım lakin diğeri araya girip tamamlanırken bu biraz daha demlenmek istedi. İki yazı birbirini tamamlıyor gibi geliyor bana. Diğerinde biraz daha genel ifade ettiklerim burada biraz daha kişisel bir yerden çıktılar. Neyse, aradan çekileyim de okuyun :))

***

Biraz önce Charles Eisenstein’ın Robin McKenna ile olan pek keyifli röportajını dinledim ve içimde ilham perilerinin dolaştığını hissederek yazmaya başlıyorum. Ne çıkacağını bilmemekle birlikte zaman zaman yaşadığım bazı zorlanmalarla bağlanacağını görüyor gibiyim.

McKenna, yakınlarda ABD’de yayımlanmış Gift (Armağan) adlı belgeselin yaratıcısı, ki bu belgesel, Lewis Hyde’ın üç kere okumuş olduğum -ve Türkçeye de çevrilmiş olan- muhteşem ötesi kitabı The Gift’ten (Armağan) ilham alıyor. Henüz belgeselin tamamını çevrimiçi izleyemiyoruz ama o günler muhtemelen çok uzakta değildir. Fragman için ise böyle buyrun lütfen.

Gayet akıcı sohbetin geneli bende bir sürü tatlı yere dokundu ancak özellikle sohbetin son kısmında Charles’ın gerçek yaşamdan paylaştığı bir hikâye son derece dokunaklıydı: Bir otostopçu ölüm döşeğindeki annesini ziyaret etmek üzere Illionis’e doğru yola çıkıyor, biri onu aracına alıyor. Seyahat esnasında şoföre hikâyesini anlatıyor ve yollarının ayrılacağı noktada arabanın sahibi anahtarları bu kişiye veriyor ve “Şu an senin bu arabaya benden çok daha fazla ihtiyacın var; al ve annene git!” diyor. Muhteşem değil mi? Charles bunu “İşte özgürlük bu! Özgürlük, verebilmekte özgür olabilmektir.” cümleleriyle yorumluyor. (İngilizcesi daha havalı tınlıyor sanki: “That is freedom! Freedom is to be free to give it away.”

***

Armağan demişken, armağanlarımı pek paylaş(a)madığıma dair, zaman zaman beni ziyaret eden bir düşünce var ve bu beni bazen zorlayabiliyor. Şöyle ki; hayata verdiğim muhtelif armağanlardan -son yıllarda- öne çıkan ikisi, yazmak ve çember merkezli buluşmalarda insanlara alan tutmak. Ve ben her ikisine de son derece kendiliğindenlik içinde alan açıyorum. Meali şu: Eğer ki benden bir yazı çıkmak isterse, kapımı çalıyor ve “yaz beni, yaz beni!” diye yanıp sönüyor. Bu durumda ben de büyük bir memnuniyetle klavyenin başına geçiyor, çoğu zaman birkaç saat içinde yazının taslağının ortaya çıkması için kanal oluyorum. Sonra üstünde biraz daha çalışıp çok da uzatmadan aradan çekiliyor ve müstakbel okuyucularla buluşmasını sağlıyorum. Bu hız için internetin varlığına şükran doluyum bu arada.

Altı yılı aşkın süredir alan tuttuğum çemberli buluşmaların ortaya çıkışları da benzer şekilde: buluşmanın da beni bulması için beklemeyi tercih ediyorum. Bir şey yapmam lâzım, paraya erişmem lâzım, görünür olmam lâzım gibi öğrenilmiş güdülerle değil de benden daha büyük olan bir şeyin (evren, Allah, tanrı, akış; her ne derseniz) hizmetine girme niyetiyle, olmak isteyene aracı olmaya özen gösteriyorum. Bu “lâzım”ların beni hiç ziyaret etmediğini söyleyemem fakat beni harekete geçiren şeyin onlar değil de hizmet etmek olmasını tercih ediyorum. En azından teoride bu şekilde…

Bu şekilde akışkan yaşamayı ve kendiliğindenlik içinde eyleme hâlini çok seviyorum fakat zorlanma şurada başlıyor ki bazen çeşitli sebeplerle bunları sunmaktan uzak düşüyorum. Yazıların, buluşmaların ben aracılığıyla akmadığı uzun aralar olabiliyor. Ya da bazen akıyor ama paylaşımlarım bir sebeple çok fazla insanın önüne düşmüyor; yazıları veya etkinlik çağrılarını az kişi görebiliyor ve sahip olduğunu düşündüğüm hizmet potansiyeline ulaşamayabiliyor. Bu durumlarda kimi zaman büyük bir rahatlık ve güvenle yaşamaya devam eder ve olması gerekenin, olması gerektiği kadar olduğunu bilirken kimi zamanlarda ise korkular yeşeriyor: Ya bir daha akmazsa ya da artık çok nadiren akarsa; ya insanlara ulaşmak gittikçe zorlaşırsa; ya çalışmalarımı, yazılarımı takip eden insanları verdiğim uzun aralar nedeniyle soğutursam… Son yıllarda sosyal anlamda var oluşumun o kadar önemli bir kısmı yapmış olduğum bu çalışmalar ve bunlar esnasında ve sonrasında insanlarla oluşan etkileşimler ve belki ben kendimi o kadar bunla özdeşleştirdim ki…

Sadece sosyal anlamda değil, maddi anlamdaki var oluşum da yaptığım bu “iş”lerle orantılı ve bunları yapmadığımda maddi kaynaklar ile buluşmam da sınırlanıyor. Gerçi bu kısmın epey düşük bir tedirginlik seviyesi yarattığını eklemem gerekir. Evet, şu ana kadar büyük paralarla yan yana gelmişliğim yok fakat hiçbir zaman bu anlamda ciddi bir sıkıntı da yaşamadım ve yaşayacağımı sanmıyorum. Parasız kalmak, aç-açıkta kalmak vs, büyük bir olasılıkla bu hayattaki derslerimden biri değil.

Esas anlatmak istediğim bunlar değil sanki. Nereye bağlanacaksın sayın hikâye?

Şuraya mı acaba: Armağanlarımın, aslında ben aracılığıyla görünür olmak isteyen her şeyi içerdiğine mesela (Kıvanç’a selam olsun). Kendimi ve armağanlarımı, yazma ve çemberlerde alan tutma ile sınırlandırdığım takdirde, bu armağanları sunmadığım ya da sunamadığım zamanlarda dünyaya katkı sunmadığımı, paylaşmadığımı düşünebilirim. Oysaki bu tamamen zihnimin yarattığı bir sınır. Nefes alıp verdiğim ve yaşadığım sürece ister istemez bir şeyler yapıyorum. Her halükârda hayatla bir alış-veriş içindeyim. Hiçbir şey yapmasam yemek yapıyor ve yiyorum, insanlarla etkileşim içindeyim; ayrıca içsel süreçlerimi izliyor, duygusal hâllerimi anlamaya, kendimi bilmeye çalışıyorum; hiç hareket etmesem haftada bir pazara, 3-4 kere yogaya gidiyor ve birileriyle iletişime giriyorum; bir şeyler okuyor, izliyorum; birileri ile telefon, e-mektup gibi araçlarla haberleşiyorum… Yani bir şey yapmamak ne mümkün sayın seyirciler!

Ve -her ne demekse- kayda değer hiçbir şey yapmadığımda bile aslında yine bir şeyler yapıyorum. Hiçbir şey yapmamayı deneyimliyorum mesela; bir şey yapmadığımdaki ben ile tanışıyor, onla başa çıkmayı öğreniyorum. Bu durumdan zorlandığım zamanlarda bunu birileriyle paylaşıyor, kırılgan olmayı öğreniyorum belki. Her zaman yaratıcı, yüksek enerji dolu, hizmet eden, veren taraf olamayacağımı hatırlıyorum belki, kim bilir.

Görsel: Murat Çelik

Üstelik tüm bu süreçte; bilerek ya da bilmeyerek, doğrudan ya da dolaylı olarak, doğuracağım yeni şeylere hazırlanıyorum muhtemelen. Yani kendimi o süreçte hiçbir şey yapmıyor olarak görüyor olsam da aslında yapıyor olabilirim; kuluçkaya yatmış altımdaki yumurtayı sıcak tutuyor olabilirim; belki ne çıkacağını ve hatta yatmış olduğumu bile bilmeden.

Nihayetinde her şeyin ve her bir an’ımın armağan olduğunu her daim hatırlasam ve bir şey verme/vermemenin ötesinde bir yere geçip sadece doğal olarak var olabilsem ve bu hâlin gerektirdiği eylemleri yapsam ne olur? Maddi manevi tüm kaygıları, korkuları geldikçe fark edip rafa kaldırmanın ötesine geçip kompost yapıp ilelebet toprağa karıştırsam ve sadece olanı, olmak isteyeni dinlesem ve duyabildiğim kadar da eylesem; öylece yaşayıp gitsem?..

Benden her ne çıkmak istiyorsa, dünyaya onu sunmakta özgür olsam; ne daha azını ne daha fazlasını… Kimi zaman bir yabancıya -olmayan- arabamı veriversem, kimi zaman bir dosta kahve pişirsem ve derdini dinlesem, kimi zaman kendimi kitaplara verip kendi kendime takılıp gitsem… Hiç zorlamadan…

Bir yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir