bize dair

Ölümden önce yaşam var mı?

Bu yazı HT hayat için yazıldı ve 02.12.2020’de yayımlandı. https://hthayat.haberturk.com/yazarlar/emre-ertegun/1075501-olumden-once-yasam-var-mi

***

Birkaç hafta önce defterime not aldığım; bir yerde mi okuduğum yoksa zihnimde mi beliriverdiğinden emin olmadığım bir soru cümlesi var: “Ölümden önce yaşam var mı?”.

Ölümden sonra yaşam olup olmadığının sıkça sorulduğu dünyamızda aslen ölümden önce yaşam olup olmadığı sorusu bence çok daha fazla önem arz ediyor. Sonrasına dair düşünebilir, tefekkür edebilir, okuyabilir, araştırabiliriz elbette ancak bunun kesin cevabını ancak ve ancak öldüğümüzde alacağız. Oysaki ölümden önce gerçek anlamda yaşayıp yaşamadığımız çok daha somut bir konu.

Daha önceleri sıkça değindiğim ve bu yazıda uzun uzun yazmayacağım üzere, robotlaştığımız, aynılaştığımız takdirde gerçek anlamda yaşıyor olmadığımızı, olsa olsa üstümüze giydirdikleri rolü oynadığımızı düşünüyorum. Bu döngüden çıkıp kendimiz olmaya, kendimizi yaşamaya başlayıp kendimizi gerçekleştirme yoluna girdiğimizde ise işler değişiyor ve yaşamın varlığını -ölümden önce- her zerremizde hissetmeye başlıyoruz.

Yazması, söylemesi güzel de ne demek bütün bunlar? Ne demek kendin olmak, kendini yaşamak?

Her şeyden önce, otomatikleşmeyi azaltıp yaşadığım an’lara bilincimi, farkındalığımı getirmek diyebiliriz belki. Sorduğum sorular, kurduğum cümleler, eylediklerim ne kadar otomatikse, kendimi o kadar oto-pilota bırakmışımdır. Ortada şuurlu bir ben olmasına gerek kalmaz. Bunların yaşamımdaki oranı ne kadar arttıysa, orada ben o kadar yokumdur. Bir nevi yaşamıyorumdur yani; alışkanlıklarım, ezberlerim dolduruyordur alanı.

Elbette ki oto-pilotun faydalı yanları var, özellikle de pratik konularda. Araba kullanmayı ilk öğrendiğimizde tüm o süreç ne kadar karmaşıkken ve elimiz ayağımıza dolaşırken bir süre sonra bu eylemi kendiliğinden ve kolayca icra etmemizde de bir otomatiklik var mesela ve buna ihtiyacımız var. Bunu her seferinde en baştan öğrenmeye kalkmanın anlamı da yok, mümkünatı da. Bir yerden sonra tüm hamleleri beden hafızasının yardımıyla kendiliğinden yapar hâle geliriz.

Gerçi bu durumda da uyanık olmayı, tüm varlığınla deneyimde kalmayı öneriyor ustalar. Bu ne demek? İşin mekanik kısmını, vitesi, debriyajı, şunu-bunu o kadar da dert etmene artık gerek kalmıyor olsa da yolda olduğunu, o an araç kullandığının farkında olmayı hatırla. Düşüncelerinin girdabına girip de yola çıktığın an’dan hedefine vardığın an’a kadarki süreci ıskalama. Her an uyanık kalmaya çalış. O esnada etrafta gördüğün güzelliklerin farkına var, gün batımının farkına var, burnuna gelen kokuları, kulağına gelen sesleri fark et. Çirkinliklerin de farkına var, aynı şekilde; yanından geçtiğin zevksiz yapıları da gör, önüne direksiyon kıran o hıyarın (pardon o insanın) da farkında ol. Arabadaki titreşimi, çıkardığı sesleri, belki içerideki kokuyu…

Ve bütün bunları, mümkün olduğunca nötr bir yerden deneyimlemeye çalış. Anlık tepki verdiğimiz an otomatikleşmenin kucağındayız demektir. Biri önüme kırdığında kendimi kaybedip anlık bir öfke yaşıyorsam mesela -ve o kişiye içimden veya dışımdan, “hıyar” ya da çok daha ağır sözler söylüyorsam-, orada ben yokum demektir. Öfke, alanı tutmuştur ve o ve sonraki anlarıma tatsız bir enerji getirecektir. Oysaki ben yorum yapmadığım takdirde, olan, gayet nötr bir durum: Biri, yolda, önüme, kırdı. Aynı şekilde önümüzde uzanan muhteşem manzarayı da görmek, gerçekten görmek için aynı nötrlüğe ihtiyacımız var. Güzellik, beğeni gibi olumlu atfettiğimiz durumlarda da mümkün mertebe ezberden çıkıp yepyeni gözlerle, çocukmuşcasına bakmak önümüzde uzanana…

Araba sürmek, verilebilecek binlerce örnekten sadece biri. Ustalar her eylemi, o eylemin tam içinde kalacak şekilde gerçekleştirmemizi öğütlüyorlar. Bulaşık yıkarken zihnimizin de bulaşık yıkamanın içinde olmasını, yemek yaparken tüm varlığımızla o sürecin içinde olmayı…

Teoride kolay görünse de uygulamada öyle olmayabiliyor. Bir şey ne kadar sıradanlaşıp sıklaştıysa o kadar oto-pilota kaymaya meylediyoruz ve ne kadar oto-pilota kayıyorsak zihnimiz ve odağımız o kadar bambaşka yerlere gidebiliyor. Bunu aşmak için ilk kez deneyimliyor; ilk kez görüyor, duyuyor, tadıyor, dokunuyor, kokluyor gibi yaklaşabilir miyiz her deneyimimize…

Biliyorum, bazı şeyleri iddia etmek, söylemek kolay olup iş bunu pratiğe dökmeye gelince zorlaşıyor. Kolaylaştırmak için, bunu güzel bir ideal durum olarak belleyebilir ve yaşamımızı, o duruma doğru giden bir yolculuk olarak görebiliriz belki. Her deneyimimizi ilk kezmişcesine yaşamak çok gerçekçi olmayabilir belki ama hedefimizi, niyetimizi oraya varmak üzere koyarsak, aldığımız her birim yol kârdır. Ve alamadığımızda, alışkanlıkların esiri olduğumuzda, oto-pilota kaptırıp kendimizi unuttuğumuzda da kendimize kızmadan, kendimizi dövmeden… Üç hafta önceki yazıya göndermede bulunmak gerekirse: Her seferinde yeniden ve yeniden başlayarak… Hep sıfırdan, hep en baştan…

***

Araba kullanmak, bulaşık yıkamak nispeten basit örnekler olup marifet, bu yaklaşımı tüm yaşama giydirmekten geçiyor. Yaşamımı nasıl idame ettirdiğim, insanlarla olan iletişimim, paraya ne şekilde eriştiğim, yakın ilişkilerdeki hâllerim, … Yüzlerce, binlerce başlığın her birinde her daim kendimi aramak, kendimi bulmak ve olabildiğim kadar kendim olmak mümkün mü? Üstelik anbean değiştiğim, geliştiğim ,yol katettiğim için “buldum!” deyip duracağımız bir durak da yok; yolculuk sonsuza kadar sürecek… Ezberlerimi, alışkanlıklarımı, otomatik tepkilerimi anbean fark edebilir ve üstümden ayıklayabilir miyim?

Hiçbir şeyi sırf bana öyle söylendiği, öyle gösterildiği için kabul etmeyebilir, içimde uyanmak için bekleyen özbenliğimle temasa geçip onu, yalnızca onu deneyimlemek; o, yalnızca o olmak üzere bir yaşam sürebilir miyim? Ölümden önce, sahiden de şöyle dolu dolu yaşayabilir miyim? Bulunduğum her an’ı doldurup, anbean yapılması gerekeni yapacak kadar kendimle buluşabilir miyim?

***

Bunun mutlak bir hâle geldiği noktada artık ayrı bir varlık olarak yaşamaktan yaşamın kendisi olmaya başlıyoruz. Şükreden kişi şükre dönüşüyor, haz duyan hazza, yas tutan yasa … ve her şey bir oluveriyor.

Bu şekilde yaşayan insan an’dan an’a tamamlanıyor ve hiçbir hesap biriktirmiyor; halısının altı tertemiz, bal dök yala! Ve bu durumda en ufak bir korku kalmıyor. Her an’ı sadece kendisi olmakla ve bu oluşun getirdiği eylemleri kusursuzca icra etmekle, yani kendini gerçekleştiriyor olmakla dolu olan bir kâmil neyden korkabilir ki…

Geçen haftaki yazıya selam vererek bitirelim: Yaşamla çok sağlam bir barış içine girmeden ölümle ve diğer korkularla barışmak pek gerçekçi gelmiyor bana. Ölüme bakalım, ölümü konuşalım, ölümü hatırlayalım; buradan aldığımız güçle yaşama ve kendimiz olmaya dört elle sarılalım. Ölümden önce hayatı sağlam bir şekilde deneyimleyelim; vakti gelince de usulca verelim son nefesimizi…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir