bize dair

Hikaye: Emekli bir aydının kendi kendine sayıklamaları

Bana öyle geliyor ki herkes her şeyi yanlış anlamış. Bir ben miyim doğru anlayan? Galiba evet ama işin kötüsü hemen herkes de aynı şekilde düşünüyor, düşünsenize… Yani doğru anlayanın “ben” olduğu bu kadar kesin olmasına rağmen büyük bir kısmınız sanıyorsunuz ki asıl sizsiniz doğru anlayan. Öyle değil işte ama öyle sanıyorsunuz. Nasıl etsem de uyandırsam sizleri, hiç bilmiyorum. Ben uyanığım çünkü, sizse uyuyorsunuz. Bu durumdan da memnunsunuz aslında. Bense sizin uyuyor olmanızdan, dahası, bu durumdan memnun olmanızdan hiç memnun değilim. Sarsmak, sallamak, seslenmek (hepsi de “s”yle başlasın zaten) kar etmiyor, “beş dakka daha” diye diye tükettiniz ömrü, yine yetmedi uykuculuk! Hımff!

Ayrıca çok fazla imla hatası yapıyorsunuz, bari onu yapmasanız. Dahi anlamındaki -de’yi nasıl bitişik yazarsınız yahu? Kimdi sizin Türkçe hocanız? Hele bazılarınız var ya, adeta inadına yapıyorsunuz. Aynı cümle içinde bitişik yazılması gereken ekleri ayrı, ayrı yazılması gereken kelimeleri bitişik yazarak beni deli edebiliyorsunuz. “Anahtarım sen demi?” Yani insan olan yazmaz yandaki cümleyi ama siz yazıyorsunuz. Kuzum sanırım siz cahilsiniz.

Değerimi bilmediniz, ben de kapadım kendimi bu sayfiye kasabasına. Burada yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçiyor. Yazları sıcak, kışları ise yağış nedeniyle ayrıca eve de kapanıyorum ama bahar ve güz aylarında çıkıyorum dışarı. Burası bahar ve güz aylarında çok güzel oluyor biliyor musunuz? Tabii ki bilmiyorsunuz, siz ne anlarsınız mevsim geçişlerinden, yeşilden, maviden… Siz hiç bir kedinin gözlerinde kayboldunuz mu? Ben kayboldum, hem de kaç kere. Peki ya, daha tan yeri ağarmadan uyanıp kalkıp güneşin doğuşunu izlemek için bir yerlere yürüdünüz mü? Ben yapıyorum bazen, sonra selfie çekip facebook’ta paylaşıyorum cümle alemle. Bir keresinde 21 “like” aldı paylaşımım. İstiyorum ki herkes anlasın hayattan nasıl keyif alınacağını ama ı ıhh, olmuyor. O 21 kişiden biri, hayatında bir kez, ben gibi sabahın köründe kalkıp güneşin doğuşunu izlemek için kıçını kaldırdı mı? Hiç sanmıyorum. Kaldırsa facebook’ta paylaşırdı bi’ kere. İnsan o saatte kalkıp böyle bir güzelliği yaşıyorsa eğer, ya bunu facebook’ta paylaşıp hava atmak için yapıyordur ya da içinden geldiği için yapıyordur ama yine de facebook’ta paylaşmaktan kendini alamaz. Gerçi şimdi düşünüyorum da facebook kullanmayan arkadaşlarım var benim, nasıl oluyorsa… Sahi facebook yokken biz ne yapıyorduk…

Ne kadar çok “facebook” dedim, nerdeyse anlamını kaybedecek.

Siz değerimi bilmeseniz de ben sizler için elimden geleni yapıyorum. İki çocuk okutuyor, e-imza kampanyalarına destek verip duruyorum. O değil de iyi ki çıktı şu e-imza kampanyaları. Oturduğun yerden aktivistlik, büyük rahatlık valla. changeorg’suz bir hayat düşünemiyorum bile artık. İnsan ne çabuk alışıyor, değil mi rahatlığa? Daha dün su kenarına çamaşır yıkamaya giderken bugün köy evlerinin bile çoğunda bulaşık makinesi var artık. En azından bizim civar köyler öyle.

Ayrıca ben hiç televizyon seyretmem, biliyor musunuz? Akşamları nasılmı* vakit geçiriyorum? Okuyorum azizim, okuyorum. Günde en az 100 sayfa okumadığım günü yaşanmış saymam ben. Ne bulursam okurum ama en çok da felsefe… Hangi düşünür ne söylemiş, ne düşünmüş, hepsini bilirim. Şimdi gösterirdim bilgi dağarcığımı ama hava atar gibi olmasın diye göstermiyorum. Ayrıca göstersem, siz görebilir miydiniz bilmem. Ehh, yukarıda sizi cehaletle suçladığıma göre tutarlılık adına oradan devam etmem gerekiyor. Yazdıkça fikrim değişseydi misal, yine bile çaktırmazdım. Hayatta net bir duruşun olacak azizim, aksi takdirde yer bitirir bunlar seni. Kim mi bunlar? Sen daha iyi bilirsin.

* “mı”yı şakadan bitişik yazdım, sizi denemek için…

Tabii şöyle bir sorun var ki sana giydirmeye bir kez başladığım ve yazdıklarımı silme, değiştirme gibi huylarım olmadığı için bu yazdıklarımı paylaşmaya cesaret edemeyebilirim, ve dahi edemem. Peki o zaman niye yazıyorum hala? Galiba yazmayı bitirir bitirmez bu kağıt parçalarını önümde yanan şömineye atacağım ve bir iki saniye içinde hepsi atmosfere karışacak. Bu durumda yazmaya devam etmem çok saçma sanabilirsin ama değil işte. Cahil herifler! (Nasıl olsa şömineye atıcam, rahatça sallayabilirim bence)

Cahilsin, bilmezsin yazmanın gücünü. Sanırsın ki sadece karşıdakine kendini anlatmak için yazarsın. Halbuki kendini kendine anlatmak için de en iyi yollardan biridir yazmak. Zihninin dehlizlerinde gizlenen ve farkında bile olmadığın düşünceler, duygular bu şekilde ortaya çıkıverir birden. Bazen bakarsın ve ürkersin çıkan şeylerden, bazen gurur duyarsın, bazen de şaşırırsın. Her koşulda iyidir ama yazmak. Ben her gün yazarım. Günlüğüme yazarım yani, hiçbir yere olmasa. İllaki gazetedeki köşemde yazmam gerekmiyor.

Ben bir yazarım. Bir yazarın yazar olduğuna nasıl ve ne zaman ve kim tarafından karar veriliyor acaba? Bak bunu hiç düşünmemiştim. Çok küçükken hep “bir yazar olucam” diye düşünürdüm ve oldum da. Ama ne zaman oldum? Ne yapınca yazar sayıldım? Kitabım basıldığı zaman galiba. Yani bir yayınevi ilk kitabımı basmaya uygun gördüğü an artık yazardım ben. Ya da belki o kitap çıktığı an yazar oldum. Veya ilk okur kitabımı aline aldığında… Yoksa bi’ kitap bastırmak yazar sayılmak için yeterli olmayabilir mi? Gazete yazıları, dergide çıkan yazılar, şunlar-bunlar… Hangi noktada “yazar” oldum ben? Yoksa hala olmamış da olabilir miyim? Veya veya… Mesela çok net bir şekilde (yani hiç kimsenin şüphe duymayacağı kesinlikte, yani diyelim ki 4-5 kitabım var, ayrıca gazetelerde yazıyorum vs. Net yani, adam yazar!) yazar oldum ama sonra 30 yıl hiçbir şey yazmadım. Hala yazar mıyım? Öyleysem neden ve zamana kadar? Değilsem hangi noktada “artık yazar değil, yani ‘yazmaz'” haline geldim? Bir kişi için “eski yazar” denebilir mi? Peki eski bir yazar, yeni bir “yazmaz”ın hiçbir zaman “yazar” olmamış olandan farkı nedir? Ve sonra pat diye bir şeyler karalamaya başladığında, hemen tekrar “yazar” unvanını elde edebilir mi? Çok uzadı ama içim rahat, şömine gürül gürül yanıyor ve yazacaklarım bittiğinde duman olacaklar.

Sahi, yanan bir kitaptan çıkan dumanı içimize çektiğimizde, bir şekilde o bilgilerin bir kısmını -ve dahi tamamını- içimize çekiyor olabilir miyiz? Farkına bile varmıyormuşuz meğer ama öğreniyormuşuz. Çok ilginç olurdu ve o zaman da şunu sorardım: Bir kitabı yaktınız ve iki kişisiniz. İki kişi birlikte içlerine çektiğinde, bilgileri yarı yarıya mı paylaşırlar? O zaman tek başıma yakarım daha iyi, bütün bilgileri kendime alırım. Hoş, o da mümkün değil ya; iki kişi bir kitabı “normal” yollardan okuduklarında bile aynı şeyi almıyorlar ki içlerine çekince öyle olsun.

İyice şaşırdım kendimi, neler düşünüyorum! Bi’ kere yanan kitaplardaki bilgiler, o havayı teneffüs eden kişilere gitseydi, çok kültürlü bir halk olurduk. Az mı kitap yakıldı memlekette… Kimisi devlet gözetiminde, kimisi devlet gözetiminden kaçmak için. Bacalarda tüten o dumanları içine çeken halk bilinçlenseydi birazcık, ahhh… Bu hallere düşer miydik…

Onu diyordum, ben hiç televizyon seyretmem. Bi’ tek belgesel kanallarını, en çok da National Geographic TiVi’yi. Gerçi şimdi National Geographic de Murdoch’a satılmış diye duydum. Artık onu da izleyemicez, desenize. Belki de en iyisi budur, bilinmez.

Oyy, ateş sönüyor, acele etmeliyim. Sonra unuturum da birinin eline falan geçer bunlar. Rezil oluruz vallahi. Bizim hanım da gelemedi pazardan, başına bir şey gelmiş olmasın.

Tamam, şu an yazdığım cümleyi bitirmemle bu kağıdı şömineye atmam bir olacak ve kendisinden sonsuza kadar kurtulacağım ama içimde ne yazdığıma dair bir merak da uyanmakla birlikte içimden çıkan canavar(lar)la yüzleşmeye kendimi hazır hissetmediğimden dolayı bunu yapmaya cesaret edemeyeceğim sanırım ve bu durumda bu yazdıklarımı -ben dahil- hiç kimse okumamış olacak ama olsun varsın, birkaç paragraf yukarıda gevelediğim üzere bütün bunları yazıp dışıma çıkarmış olmanın bile bende yaratacağı ferahlık halini düşünmek bile iyi geldi şimdi, her ne kadar neyin çıktığını tam olarak bilemeyecek ve dolayısıyla beni neyin ferahlattığını anlayamayacak da olsam, sonuçta yazdım çizdim ve rahatlamış olmam gerekiyor, şimdiye kadar okuduğum kitaplara göre ve son olarak da umarım kimse bunları içine çekmez!

—————————————–

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz’undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda “çalışmak”tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında “para eden” şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi’takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki…

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman “doğrudan” getirmiyor. Hep bi’takım dolambaçlı yollar… Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki hikaye veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

3 Yorum

  • Unknown

    Sosyal paylaşım sitelerinde, fotoğrafsız ve iki satırdan fazla yazıyı okumaya üşenen bizler, iş senin yazına gelince "Aha, yeni çıkmış bu!" diye abanıp okur olduk. Bir de yazılanları hazmetmeye zorlanmalar, likelar, paylaşmalar.. "Budur Abi!"ler..

  • Suzann Nadidecicek

    Teşekkür ederim bize Túrkçe'yi yazarken daha ihtina gõster me mizi hatırlattığıníz için, çünki geçekten, hiç kimse hemen, hemen, ,bırakın ekleri, noktayı virgül 'ü nereye koyucağını bimiyor artík . Unutuk doğru yazmaya yazmaya. Sevgiler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir