bize dair

Sessizlik

Lao Tzu, binlerce yıl öncesinden bugüne, daha doğrusu tüm zamanlara sesleniyor. Zaten bir süredir, hayata dair gerçek bir şey söylemenin tek yolunun, zamandan ve mekandan bağımsız bir bilgeliğe ulaşmakla mümkün olduğunu düşünüyorum.

Konuşmadan önce düşün;

Gereği var mı?

Şefkat barındırıyor mu?

Kimseyi incitebilir mi?

Sessizliği bozacak kadar değerli mi?

fotoğraf web’den; kaynak belirsiz.

Sizce de çok fazla konuşmuyor muyuz? Sürekli kendimizi ifade etme, paylaşma, anlatma isteği… Daha fazla görülmek, daha fazla dikkat çekmek, daha fazla takip edilmek istiyoruz. Önemli olmak, kaale alınmak hemen hepimiz için çok önemli. Bunu sağlamak için de hiç durmadan düşünüyor, konuşuyor, yazıyor, çiziyor, paylaşıyoruz.

Bir arkadaşımızı yakaladığımız anda, gündelik hayatımıza dair hiç kimseyi ilgilendirmeyen detayları iletiyoruz da iletiyoruz. Muhtemelen o da aynı şekilde kendine dair şeyleri anlatıyor da anlatıyor. Çok yakın dostlar değilsek ve birbirimizi gerçekten önemsemiyorsak, pek dinlemiyoruz da aslında birbirimizi. Öyle bir derdimiz yok. Varsa yoksa anlatmak, aktarmak… Aktarıyoruz da aktardıklarımız bir kulaktan girip ötekinden çıkıyorsa boşa zaman harcıyoruz aslında. Farkında mıyız? Bilmiyorum. Bildiğim, çoğu zaman, sessizliği bozacak kadar değerli olmanın yanına bile yaklaşamayacak bilgi ve fikir kirliliklerini birbirimizin üstüne yığdığımız (ki tam da bu yüzden birbirimizi dinlemiyor olabiliriz) ve böylece zihinsel ve duygusal kirliliklerimizi durmaksızın büyüttüğümüz.

Söylediklerimizin büyük kısmı, şefkat barındırmaktan ve birilerini incitmemekten de uzak maalesef. Beslenmek isteyen egolarımızın sazı eline alıp yürümesi sonucunda, sıklıkla, ya karşımızdakini ya da -o an orada olmayan- bir başkasını incitebilecek cümleler dökülüveriyor ağzımızdan ya da klavyemizden. Konuşmadan önce düşünmüyoruz çünkü, Lao Tzu’nun süzgecinden geçirmiyoruz söylemek istediklerimizi. Geçirsek daha az konuşacak, sessizliğe daha fazla alan açacağız.

Burada sessizliğin iki ana hali geliveriyor aklıma: Dış ve iç sessizlik. Dış sessizlik, bulunduğumuz yerdeki fiziksel koşullara, yakınımızdakilerin ve kendimizin konuşma/konuşmama tercihlerine, çalışıyorsak yaptığımız işin gerekliliklerine bağlı. Şehrin göbeğinde yaşıyor ve/veya çalışıyorsak, yaptığımız iş sürekli iletişim hali gerektiriyorsa, -yaşadığımız yerden ve işimizden bağımsız olarak- biz veya çevremizdekiler çok fazla cümle kurmayı seçiyorsak, dış sessizliğe ulaşmak mümkün değil. Özellikle şehirdeyken, motorlu araçların gürültüsü, ortalıkta uçuşan milyonlarca cümle, açık olan televizyonlar, hoparlörler, iş yerindeki sesler; bunlarla kalmayıp ses çıkarmayan ama en az ses çıkaranlar kadar gürültülü olan reklam panoları, elektronik tabelalar ve daha neler neler… Kırsalda veya daha küçük, sakin yerlerde yaşayanlar için, bu saydıklarım, bir veya birkaç tık daha az bağırıyor. Ama…

Bir de iç sessizlik var ki dış sessizliği sağlamaktan ve korumaktan daha kolay değil. Ve becerebilen, bunu şehirde de becerebilirken birçoklarımız kırsalda bile buna ulaşmaktan çok uzağız. Zihinlerimiz vızır vızır çalışıyor, dur durak bilmiyor. Halbuki durmasına, hadi en azından yavaşlamasına ve bize sakin bir alan açmasına öyle ihtiyacımız var ki… Bir kısmımız bunun farkında bile değil zaten ama farkında olanlarımızın çoğunun da bu konuda başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Başta endişe ve korku dolu olmak üzere türlü düşünceler hiç durmadan dönüp duruyor zihinlerde, bir an bile boş kalmıyoruz çok şükür (!).

Yine birçoğumuz, en kırsaldakilerimiz ve en inzivai yaşayanlarımız dahil, sürekli olarak kendimizi meşgul tutma derdindeyiz. Hiçbir an’ımız boş kalmasın istiyoruz. Bunu yapmak şehirde zaten çok kolay ama gelişen iletişim teknolojileri sağolsun, kırsalda da, istersek bütün günümüzü ve her an’ımızı sosyal medyada fink atarak, veri kirliliği içinde kendimizi kaybederek, milyonlarca filme, diziye, yazıya, “haber”e kolayca ulaşarak geçirebiliyoruz. Sadece internet değil, tüketircesine kitap okumak ve birini bitirir bitirmez, hiçbir şekilde sindirmeden bir diğerine geçmek de farklı bir etki yaratmıyor. Dolduruyoruz da dolduruyoruz zihnimizi. Dolayısıyla da iç sessizliğe uzak düşüyoruz.

Sessizliğe ulaşmak elzem halbuki, lakin çok azımız buna kavuşabiliyor.

Yaratıcılık, korku dolu bir zihinden değil, sakin ve güven dolu bir zihinden çıkar. Bu zihne ulaşmanın yolu ise, kısmen okuyarak kısmen deneyimleyerek öğrendiğim üzere, boşluklar yaratmaktan ve an’da olmaktan geçiyor.

Kalıcı mutluluk, sürekli bir şeyler yapmaktan ve kendimizi oyalamaktan değil, durmaktan ve olanın farkında olmaktan, olanın tadını çıkarmaktan ve olanla yetinmekten geçer.

Kalıcı mutluluğa, huzura ulaşmak, gerçek anlamda yaratıcı olabilmek istiyorsak; mümkünse önce dış dünyanın, sonra da iç dünyanın sesini yavaşça kısalım. Sakinleyelim, yavaşlayalım, duralım. Sessizliğin sesini dinleyelim, durgunluğu izleyelim, gözlemleyelim. At koşturan maymun zihnimizden biraz alan alalım.

Ve gerektikçe, şefkat barındırdığı ve kimseyi incitmediği sürece, sessizliği bozacak kadar değerli olduğu sürece konuşalım. Yeri geldiğinde saatlerce, günlerce konuşalım.

— Bu aralar “biz” diliyle, genelleyen yazılar çıkıyor; devamı da gelebilir sanki. Toplumsal konuları, kendimi ve diğerlerini gözlemleyerek oluşan, okuduklarımla da beslenen fikirleri “ben” diliyle aktarmak fazla zorlama olabiliyor. Bu nedenle bu konuda fazla zorlamaya gerek duymuyorum. —

—————————————–
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz’undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda “çalışmak”tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında “para eden” şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi’takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki… 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman “doğrudan” getirmiyor. Hep bi’takım dolambaçlı yollar… Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

7 Yorum

  • Melike Sönmez

    Fazla düşünmekten ellerim titremeye başladı geçen ay. Beynim bütün B12 yi bitirmiş vücutta. Dışarıdan takviye almak zorunda kaldım. Pişman mıyım? Hayır. Kendimi bulmak, gerekirse temizlemek, gerekirse geliştirmek adına bir yolculuğa çıktım içimde çünkü. Yolculuk sürüyor ama dinginleşmek te lazımdı. Dediğin gibi sindirmeden yemeye devam etmek hazımsızlık yapıyor bünyede. Kısmetse bugün itibariyle meditasyona başlayacağım sırf sessizliğe, dinginliğe ve safi olma haline bir süreliğine bile olsa geçebilmek adına. Umarım başarırım. Başarırsam da paylaşırım. Bakalım yolculuğa duraklar eklenebiliyor mu?
    Sevgiyle ve sükunetle KAL.

  • Damla

    Bayıldım bu yazına. Sadece 1 kere, şirkette hızlıca okudum, buna rağmen bir aydınlanma yaşadım 🙂 tekrar tekrar okuyacağım sindirene kadar. Özellikle iç sessizlikle olan kısım.
    Son zamanlar farkında olsam da bazı huzursuzluklarımın, bu yazı bir farkındalık yarattı bende.
    Teşekkür ediyorum.
    Sevgiler.

  • emre

    sessizliğe dair bir şey okumuşluğum yok sanırım.
    ama bütün bunları düşünürken, okuduklarımdan beni en çok destekleyen ve ilham verenler krishnamurti'nin kitapları galiba. hiç okudun mu bilmem…

    "sessiz durun" falan diyor değil ama kendimize bakmanın önemini haykırıyor sürekli. ehh, bu da biraz durmakla, biraz susmakla ilgili bir şey galiba ((;

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir