bize dair

Yaşam Nehri

İnsanoğlu fikirlere, ideallere, duygulara, hedeflere tutunmayı seviyor ve seçiyor. Tutunduğu dallar -isteği dahilinde ya da haricinde- kırılıp elinde kaldıkça ne yapacağını bilemiyor. Belirsizliğe tahammül edemiyor, bilindik sularda yüzmeyi, daha doğrusu çıpıçıpı yapmayı tercih ediyor. Oysaki yaşam, belirsizlikte ve akışta mevcut.

Halil Cibran diyor ki:

Zihnimiz bir süngerdir, yüreğimizse bir nehir
Çoğumuzun akmak yerine sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip

Benzer bir metaforu, biraz daha farklı bir şekilde, Krishnamurti de kullanıyor. İç Özgürlük adıyla basılan ve -diğerlerinde olduğu gibi- söyleşilerinden oluşturulan kitapta “Yaşam Nehri” başlıklı bir bölüm var. Bu bölümde, yaşamı bir nehre benzetiyor ve insanların büyük bir kısmının yaptığının, bu nehrin bir kısmını akıştan kopararak önüne set çektiğini ve orada kendisine “güvenli” bir alan oluşturmak olduğunu anlatıyor. Düşüncelerimizle, ideallerimizle, “olması gereken”lerimizle oluşturduğumuz alana farklı fikirleri, farklı olabilirlikleri sokmadığımızı; bilindik insanlarla, bilindik uğraşlarla ve fikirlerle, ideolojilerle yaşayıp gittiğimizi ama bunun aslında yaşamak olmadığını anlatıyor.

Zira akan suda hayat vardır. Akan suda tazelik, ferahlık, yenilenme vardır. Akan su gerçekten de pislik tutmaz. Durgun suda olan tek şey ise ölümdür. Kirlenen, temizlenmeyen, yenilenmeyen suyun üstünde bir balçık tabakası oluşur ve su, zamanla yaşamı taşıyabilme, içerebilme yeteneğini kaybeder. Su artık su değildir. Ölü bir yığındır. Orada ne bir balık yaşayabilir ne bir ot bitebilir ne de diğer canlılar o sudan içerek “yaşam”ı içlerine alabilir.

Kaynak: google görseller

Birçoklarımızın yaptığı tam da budur. Yenilenmeyen ve aynı kalan bir su birikintisinde debelenip dururuz; bu birikinti zamanla gözle görülecek kadar bariz bir şekilde çamur yığınına dönüşür, içindeki coşkuyu ve canlılığı tamamen kaybeder. Ama konfor alanlarımızda o kadar huzurlu, ölüm durgunluğundan o kadar hoşnutuzdur ki nehre doğru bir kanal açıp ondan beslenmekten imtina ederiz. Korkarız çünkü! Ya bildiklerimiz yanlışsa, ya inandıklarımızın başkalarının uydurmalarından ibaret olduğumuz ortaya çıkarsa, ya dünkü bizle bugünkü bizin birbirinden tamamen farklı olduğu gerçeğiyle yüzleşirsek… Bütün bunlardan korkarız ve çoğumuz kolaya kaçmayı seçeriz. Kendimizi bir şey(ler)le tanımlar ve bu tanımların, rollerin peşinde koca ömrü tüketiriz. Bir şekilde kendimize anne olarak, sosyalist olarak, vegan olarak, müslüman ya da ateist vs. olarak roller biçeriz ve hayatımızın geri kalanı, üstümüze düşen bu rolleri oynamaktan ibaret olur.

Zaten galiba en büyük travmalarımız da bu rollerde bir çatlak olduğunda, nehirden bir miktar suyun içeri girme ihtimalinde oluşur. (Biz nehre doğru kanal açmaktan ne kadar kaçsak da hayat ısrarla bizi içermeye çalışır ve her fırsatta bunu dener.) Çocuğumuzu kaybettiğimizde ya da kaybetme ihtimalimiz belirdiğinde, coşkuyla savunduğumuz fikirlerin yanlışlanabileceğini fark ettiğimizde, inandığımız değerlerde en ufak bir çatlak olması halinde, bu durumlar tüm benlik bilincimizi etkilerler, zira “ben”i tanımlayan şeyler tam da bunlar ve benzerleridir. Biz bunlara sarıldıkça, bunların parçası oluruz ve ortada gerçek anlamda bir “ben” de kalmaz aslında. Ortada kalan şey, fikirler, idealler ve rollerdir. Rollerin bizi soktuğu hapishaneye gönüllü olarak girer, kapıyı kilitler ve anahtarı demir parmaklıklardan dışarıya atarız. Böylece ohh, hapishanemizde konforlu (!) bir yaşam bizi bekler.

Hapishanemizdeki konforlu (!) yaşam – (Kaynak: google görseller)

Oysaki o çatlak bizi beslemek üzere açılmışır. Oraya ot, çamur vs. tıkayarak çatlağı hızlıca kapatmak yerine oradan gelen sızıntının bize yaşamı taşıdığını fark ettiğimizde, gelen suyun getirdiği tazeliği, ferahlığı derinden içimize çeker, yaşadığımızı fark ederiz. Çatlağı tıkamamaya devam ettiğimiz takdirde, zamanla genişleyecek ve bize daha fazla tazelik, daha fazla oksijen getirecektir ve içinde debelendiğimiz çamurlu su birikintisi, hızla tekrar yaşamın kaynağı olacaktır. Çatlak genişledikçe daha fazla canlılık, daha fazla hayat dolacaktır içimize ve en sonunda da (bumm!) tüm duvarımız yıkılacak ve hayatla birlikte akmaya başlayacağızdır. Artık yaşam bizizdir, canlılık bizizdir.

Yaşamla birlikte akmaya, onla birlikte devinmeye, onla mücadele etMEmeye başladığımız yerde (daha doğrusu yersizlikte) sonsuz bir ferahlık var. İşte orası huzurun başkenti. Bu başkentin bağlı olduğu bir ülke yok, sınırları yok; bu başkentte -meli -malı’lar yok, korku yok, efor yok, değişmez idealler yok, akıntıya karşı kürek çekmek yok. Sadece akmak ve akışın kendisi olmak var; su olmak, canlılık olmak, hayat olmak var.

Orada buluşmak üzere…

—————————————–

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz’undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda “çalışmak”tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında “para eden” şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi’takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki… 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman “doğrudan” getirmiyor. Hep bi’takım dolambaçlı yollar… Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir