bana dair

bir tatlı hüzün

Bu yazının da bir şarkısı olsun: https://www.youtube.com/watch?v=k_N_FQuSeuo

***

İki saat kadar önce arkadaşım Gamze’yi motorla kayıkların oraya bıraktım. Yolda giderken salak salak gülümsüyordum her şeye. Aklımda, fikrimde, niyetimde, planlarımda hiç ama hiç olmayan gelişmeyi yaşayan ve hiç niyetlenmediği bir şekilde iki ay içinde evi boşaltması gereken kişi ben değilmişim gibi. Önceki gün anlatmaya çalıştığım hafiflik tüm hücrelerimden ve auramdan taşıyordu sanki. Sırıta sırıta gittim. Yani gittik. Derin derin iç çekiyorum falan… “Şükrediyorsun di mi?” diye sordu Gamze, arkamdan; “Evet,” dedim, “hep ederim ama bu sefer başka bir derinden çıkıyor sanki…”

Yüzüme vuran rüzgârın yumuşaklığı ve hissettiğim huzur, motora saldırmaya yeltenen bıdık köpeğin salaklığı, kararmaya dönen havada bulutların da etkisiyle oluşan acayip renkler: ağaçlar başka yeşil, çiçekler başka kırmızı, başka mavi, başka mor…

Yolda bir ara komşunun incir ağacını düşünüyorum. Bugünlerde neredeyse her gün, yazın o ağaçtan yiyeceğim -ve hatta bu sefer tembellikten vazgeçip kurutacağım- tonla inciri hayâl ediyor(d)um… Ne kadar da emindim bu sene buradan pek hareket etmeyeceğime, seyahat etmeyeceğime; bahçemin, almak üzere olduğum tavukların başında bekleyeceğime, gelenle gidenle keyifli sofralar ve muhabbetler paylaşacağıma ve biraz biraz köklenmeyi deneyimleyeceğime… Kırsal hayatın bu kısmının (bahçe, hayvanlar…) sorumluluğunu şimdiye kadar almadığım kadar alasım vardı, buna karar da vermiştim ama naaparsın ki hayat başka şeyler fısıldıyor kulağıma: “Git Emre,” diyor, “azıcık yola düş yine. Bak bakalım neler var seni bekleyen…”

Bu fısıltıyı duyuyor ve gidiyorum. Ev sahibi ile konuşup süreci biraz olsun uzatmayı denemeyeceğim bile. Madem böyle bir itekleme geldi hayat hazretlerinden, ve madem bu durum içimde bir sıkışmaya değil yeni bir heyecan dalgasına neden oldu, giderim ben de. İhtimaller yine sonsuz ve tek derdim hepsinin çok güzel olması. Ne büyük dert değil mi? Gerçi çok da hafife almayın bunu, seçim yapmak işkenceye dönebiliyor.Geçenlerde Bilgi, misafirimdi ve seçim yapmanın zorluğuna dair mi konuşuyorduk ne, “En fazla iki seçenek olacak; ne ikisi, tek olsun hatta; yormasın beni” mealinde bir şeyler söylüyordu. Seçim yapma konusunda zaman zaman zorlanan bana da iyi geldi bu dilek. En fazla iki seçenek… O zaman işler daha kolay. Hangi yolun beni çağırdığını duymak, nereye çekildiğini hissetmek daha kolay.

Şu an bu kolaylığı hissetmiyorum. Birbirinden güzel üç-beş ana seçenek -ve yan dallar- aklımı çelmek için müthiş bir rekabet hâlindeler. Her birinin tatlı ve tatsız gelen yanları var ve seçmek kolay değil. Gerçi şimdiden bir kısmı elendi bile. Mesela bu evde sonbaharı görmek üzere bir hamle yapmayacağım. Mesela hızlıca başka bir ev bulmayacağım. Madem bahçe yapma zamanını kaçırıyorum, bir yere girip yaz boyunca kira vermeye ne hacet. Ya gider, ihtiyacı olan bir köyde/çiftlikte birilerine destek olurum, ya yollara düşer göremediğim yerleri görmek için fırsata çeviririm bu durumu ya da bu ve benzeri diğer seçeneklerden bir combo yaparım.

Ama karar vermek için acele etmiyorum, mümkünse kararın kendi kendini ortaya çıkarmasına alan açıyorum. Son beş yılda değişmeyen tek şey bu oldu galiba. İstisnalar hariç pek karar almadım, O kendi kendine takıldı genelde. Ya bir “tesadüf” oldu, ya bir davet geldi, ya içimde kuvvetli bir istek ya da isteksizlik duydum ve aktı gitti. İstisnalarda ise hep kıvrandım: Şöyle mi yapsam böyle mi, buraya mı gitsem şuraya mı, gitsem mi gitmesem mi, yapsam mı yapmasam mı… Bunlara ne kadar gömüldüysem o kadar çırpındım, ne kadar bırakabildiysem o kadar feraha erdim. Dolayısıyla, bırakıyorum. Büyük bir güvenle… Ta ki önümde tek bir yol kalana kadar. Bilemedin iki. O zaman işler daha kolay…

28.12.2016’da Çandır’da gün böyle batıyordu

Köydeki dut ağaçları da hep aklımda. Bu sene ne biçim yiyecektim. Gerçi Mayıs’ta, gitmeden, yine yerim herhalde. Ya da gittiğim yerlerde bana dut mu yok!

Bir türlü görüşemediklerim ya da istediğimden az görüştüklerim var köyde. Diyordum ki artık onlara da daha fazla vakit ayırırım. Ayıramıyorum.

İşlerine daha fazla yardımcı olmak istediğim köylüler vardı. Hep yarına bıraktığım… Arada bir şeylerin ucundan tuttuğum ama daha fazlasını yapmak istediğim (?). Yapamadım.

Bir hüzün oluşuyor içimde ama acayip tatlı bir hüzün. İnsan olduğumu hatırlatan… Üç yıldır, güzelliğine istisnasız her gün şaşırdığım bu köyde bir anda son düzlüğe girmiş olmak bunu hissettiriyor. Sıkmıyor ama, sıkıştırmıyor; germiyor beni, üstüme kapanmıyor; tatlı ve ince bir sızısı var. Hoşuma giden bir sızı…

Ev sahibinin soğuk mesajı da sıkmıyor içimi. Oysaki gayet iyiydi aramız, insani bir bağ vardı ama sms’te o bağı göremedim. Olsun… “Sms’le terk edilmiş sevgili gibiyim” deyip deyip gülümsüyorum birkaç gündür. Aynı sms’te, zaten evi kiralamayacağını ve köye geldiği zamanlar kendisi oturacağını belirtmişti. Bu durumda bugün eve bakmak için arkadaşının getirdiği yabancı adam ne ayaktı acaba? Eh bu da hiç içimi gıcırdatmadı valla. “Eyvallah,” dedim, “nasıl istiyorsa öyle olsun.”

***
Durumu paylaştığım yazıyı okuyanlardan aldığım destekler de harika geldi. Kendi benzer/benzemez süreçlerini paylaşanlar, o an dinlediği şarkıyı yollayanlar, telefona veya e-mektubun başına koşanlar, hukuki destek önerenler… Bu kadar korunup kollanırken, her yer benim evim, herkes benim dostumken nasıl sıkılsın bu iç?
Evet bahçedeki genç şeftali ağacının çiçeklerine bakıp “Bakalım bu sene meyve yiyecek miyiz sizden?” deyip bir saniye sonra “Ay, ben yemicem ki” diye içimin gıcırdadığı; Burcu ile iki sene önce diktiğimiz, Doğa’nın hediyesi olan, geçen yıl beş tane meyve veren, bu sene daha fazlasını yetiştirmek için çabaladığını gördüğüm -elimle dikip meyvesini yediğim ilk ağaç olan- erikle olan tatlı münasebetimizin de içimi hafifçe tırmaladığı yalan değil. Ama tatlı tatlı acıtıyor. Bir şeyleri hatırlatıyor sanki bana. Nasıl anlatılır bilmiyorum ki… Yine, hafiflikten daha iyi bir kelime bulamıyorum. Tüy gibi hissediyorum. Evet bu yaz göle de giremeyeceğim belki. Ama kim bilir başka nelerle karşılacak, neyin içine çekileceğim…

Erik ağacı 27.02.2017’de böyleydi. Şimdi bir sürü yaprağı ve minik minik erikcikleri var.
***

Yıllar önce Çanakkale Bayramiç’te bir köy ziyaretinden traktörün arkasında giderken Özgür, “Geriye bakınca hüzün, ileri bakınca umut hissediyorum.” demişti. Gerçekten de öyleydi. Ve hepsi insana dair; hepsi bana dair. Hepsine açıyorum kendimi… Geriye bakıyor ama ona saplanmayıp yüzümü önüme çeviriyorum. Her daim şimdide kalmaya gayret ederek…

—————————————–

Blog yazarının üç notu: 

1 – Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi “Yeni”ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 – Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 – Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

4 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir