motorize günlük (doğu karadeniz’e gidiş) – 1
Geçen gün, motor alma fikrinin aklıma düşmesi ve satın alma sürecine dair ufak tefek hikâyeleri yazdım; motorize hayata geçiş yazısından erişebilirsiniz.
31 Temmuz’da nihayet motoru aldım ve 1 Ağustos’ta uzunca bir yola çıkacaktım. Birkaç yıldır yapmak istediğim Doğu Karadeniz seyahati gerçek olmak üzereydi; tek sıkıntı ise Doğu Karadeniz’in çok doğuda, çok uzakta olmasıydı: Dümdüz gitsen 1.500 km’den fazla! Önceki günlerde, motoru aldığım takdirde onla gider miyim sorusu içimde yankılandıysa da bunun delilik olacağı ve hem tecrübesizliğim hem de Karadeniz’in hava şartlarına güvenemeyeceğim düşünceleri bir o kadar ses çıkardı ve yankının üstünü örttü. Fakat otobüs veya paylaşımlı bir araba ile o taraflara gitme fikrine o kadar uzak hissettim ki bir ara seyahatten vazgeçme ihtimalim bile belirdi. Son anda ise gaza geldim ve motorla gitmeyi en azından deneyebileceğime, olmadı bir yerlerde motoru bırakıp diğer şekillerde devam edebileceğime ikna oldum.
Ertesi gün ilk durak Yalova olacaktı, o gün ise motora biraz olsun alışmak için Ayvalık civarında turladım, Sarımsaklı’ya falan gittim. Şansıma rüzgârın şiddetli, yer yer fırtına düzeyinde olduğu günlerdi ve açıkçası biraz tırsarak attım ilk turları. Gece yattığımda ise ertesi gün bu rüzgârda nasıl gideceğim konusu beni biraz endişelendirmekle birlikte saatimi 5’e kurmuştum. Tabii ki kask haricinde herhangi bir ekipman almış değildim; kollarım kavrulmasın diye son anda babamın eski bir uzun kollusunu istemeyi akıl ettim neyseki.
Gün 1
Sabah alarm çaldı ve fazla zorlanmadan uyandım; dışarıdan rüzgârın uğultusu geliyor. “Acaba gerçekten gidebilecek miyim?”, “Vazgeçmeli miyim?” soruları zihnimde dönse de onlara takılmayıp son hazırlıklarımı yapıp kendimi yola attım. Baktım olmuyor, geri dönerim.
Acemilikle şiddetli rüzgârın buluşması hiç iyi olmadı. Motor zangır zangır titriyor. En fenası ise yer yer bir anda bastıran rüzgâr dalgaları! Sürekli esinti olduğunda hazırlıklı gidiyorsun ama birden bastırınca acayip sallıyor. Sahilden uzaklaştığımda azalacağını umuyorum. Edremit’ten doğuya döndüğümde umduğumu bulamasam da İvrindi’den itibaren bir tık sakinliyor hava. İlk uzun metrajlı motorize seyahatimi yusuflayarak yapmak ilginç ve zorlu bir deneyim oluyor.
Yolda bir ara babamla konuşuyorum, görünen o ki benden yaklaşık bir saat sonra o da Bursa’ya varacak. Eskiden kullandığı motorcu montunu bana verebileceğini söyledi. Bense bir an önce yola devam edip Yalova’ya varmak, önce Funda ile buluşup İnci Ablalara, sonra ise yıllardır merak ettiğim Dergâh’a geçmek istiyorum. Oysaki bir saatin lafı mı olur, üstelik -eğer cesaret eder de yola bu şekilde devam edersem- upuzun yollar var önümde ama içim kıpır kıpır, hareket etmek istiyor. Babam biraz ısrar ediyor, iyi de yapıyor ve Bursa girişinde yol kenarında onu bekliyorum. Birkaç yıldır yaşadıkları ve galiba iki kere gittiğim evi o olmadan bulmam mümkün değil. Şehir çok büyüdü!
Babamın ceketini ve bonus olarak eski bir yağmurluğunu da alıp (evet, Doğu Karadeniz yoluna yağmurluksuz düştüğüm doğrudur!) teşekkür ediyor ve oyalanmadan yola devam ediyorum. Çok iyi oldu bu. “Babaları bazen dinlemek lâzım di mi?” diyor babam; “Evet ama bazen!” diye tatlı-gıcık bir cevap veriyorum.
Çevre yolları, otoban ve otobanımsılar sıkıcı, virajlı yollar keyifli.
Ve Yalova’ya varıyorum! İlk günümde 400 km.ye yakın yol yaptım ama acemiliğim ve yoğun rüzgâr nedeniyle tam olarak tadını çıkarmış sayılmam. Canım çok tatlı ve kazadan falan korkan bir insanım; yolda aklıma kötü kötü senaryolar geliyor. Bir yandan da o kadar dikkatli ve ihtiyatlı kullanıyorum ki bir şey olma ihtimali çok düşük. Birkaç gün içinde kendime güvenim iyice gelecek ama kötü sahneler yine ara ara zihnimi ziyaret edecek. Olumsuz vizyonlar görerek evrene yanlış mesajlar gönderiyor olmayayım!?!?
Yalova’da Funda ile buluşuyor ve İnci Ablalara, Yoga Evi Çiftliği‘ne geçiyoruz. Önce İnci Abla’yla, birkaç saat sonra ise Dodo’yla tanışıyorum. Bir sürü meyve, bahçe turu, sohbet, birlikte meditasyon, yemek… derken düşündüğümden çok daha geç çıkabiliyoruz oradan. Karanlık basmadan Dergâh’a varmak istiyorum, bakalım mümkün olacak mı…
Olmayabilir! Zira acemi Emre, bahçe turu sırasında motorun farının yandığını görmüştü: kontağı açık unutmuş ve farlar otomatik! Eyvah, akü bitmiş olmasın diye motoru çalıştırmayı deniyor ve ı ıhh, çalışmıyor; farlar yanıyor, korna çalıyor ama akü azalmış olmalı. Tekrar tekrar marşa bassa da olmuyor! Fakat… Ohh, şükür; meğer motorun ayağını (sabit hâldeyken motorun düşmemesini sağlayan ayaktan bahsediyorum) kapamayı unutmuş, motor o şekilde zaten çalışmaz ki! Ayağı kapatıyor, marşa basıyor ve derin bir nefes alıyor (huhh!): motor çalıştı! Sıkıntı yok, kontağı kapatıyor ve geleceğe yeniden umutla bakıyor.
Ayrılma zamanı geldiğinde de motor tık diye çalışıyor ve yola düşüyorlar. Bir km. kadar gittikten sonra iki kelam etmek için sağa çekiyor ve motoru durduruyor. Birkaç dakika sonra bir daha marşa bastığında acı gerçekle karşılaşıyor: Motor bu sefer gerçekten çalışmıyor! Sonraki dakikalarda algıladığım üzere, meğer farlar açık kalınca akü gerçekten de bir miktar boşalmış ve çalıştığında bir süre kontağı kapatmamak ve akünün yeniden dolması gerekiyormuş. Ama Emre bunu nereden bilsin, ahh!
İlk panikle motorun 30 saat önceki sahibi Uğur’u, Ayvalık’taki motor satıcısı Ali’yi arayıp durumun ne olduğunu anlıyorum: Kesin olarak akü azalmış ve bir o kadar kesin olarak ça-lış-maz-mış. Sonra motoru bayır aşağı salarak çalıştırmayı deniyorum (otomatik vitesli araç vurdurarak çalışmaz ama o an akıl edemiyorum!), paniğim arttıkça artıyor. İlk günden bu yapılır mı Emre, ahh! Hava kararıyor, bir köy yolundayım, ne yapacağımı bilmiyor ve -hele ki ilk gün- bunlarla uğraşmayı hiç istemiyorum! Tamirci falan nasıl bulunur bu saatte ve burada! Dakikalar ilerliyor, bir-iki araba geçiyor; bir tanesi az ileride bir tamirci olduğunu söylüyor ama kapanmış mıdır ki? Önce motoru sürükleyerek götürmeye çalışıyoruz lakin yokuş yukarı 140 kg.lık motoru götürmek hiç kolay değil ve dakikalar ilerlemeye devam ediyor. Motoru yolun kenarında bırakıyor, tamirci olduğu söylenen yeri buluyoruz ki meğer kaportacıymış ve üstelik kapalı. Derken motoruyla biri yaklaşıyor, el ediyorum, durumu anlatıyorum ve “Hemen hallederiz. Şimdi ben yoldan bi’ kablo bulayım.” diyor. Bu adamı karşıma Allah, Ulu Manitu ya da güzel karmam çıkarmış olmalı; bu kadarına tesadüf demekte zorlanıyorum. İyi de yoldan kablo bulmak da ne demek!
Motorun yanına gidiyoruz, alıyor tornavidaları ve başlıyor motoru sökmeye, hiç tereddütsüz. İçimden dev şükür duaları ederken bir yandan da bu yaptığımızın, motorun bir yıl daha sürecek olan garantisine zarar verip vermeyeceğini düşünüyorum. Zira garantinin devamı için motorun düzenli bakımları yapılmalı ve sadece yetkili servis onu kurcalamalı. Öte yandan köy yolundayım ve burada nasıl servis bulayım şimdi! Biraz tırsıyor, daha çok seviniyorum. Kendimi Muammer Abi’ye teslim ettim; o ne derse o!
Fakat o kadar çok vida koymuşlar ki çıkar çıkar bitmiyor ve akünün olduğunu düşündüğümüz yere ulaşmak için tüm ön aksamı çıkarmak gerekiyor. Yıldız olmayan tornavidasıyla yıldız vidaları çıkardı birer birer ama iki ya da üç tanesi inatçı! Bir türlü döndüremiyor onları. Ben de denedim, olmadı! Derken Funda, İnci Ablalara gidip iki tane yıldız tornavida getiriyor. Sevincimiz uzun sürmüyor, ikisinin de ucu kötü ve namussuzlar (bastards!) vidaları adeta asla açılmamacasına sıkmış. En az bir saattir uğraşan Muammer Abi pes etmiyor, motorla gittiği evinden yıldız tornavidalarını getiriyor ve bu sefer tık diye çıkarıyor inatçı vidaları. Fakat o da ne! Akü, sandığımız yerde çıkmadı. Bir saat bilmemkaç dakikadır boşuna debeleniyormuşuz meğer. Funda internetten bakmayı akıl ediyor ama orada gösterilen yerde de değil akü! Nerede lan akü? Hava kararacak birazdan!
Orasını burasını kurcalarken nihayet buluyoruz aküyü, gözümüzün önündeymiş meğer. Muammer Abi aküyü yerinden söküyor, kendi motorunu çalıştırıyor, gerçekten de yoldan bulduğu kablo ile bu ikisini birbirine bağlıyor ve ohhh, motorum çalıştı. “Sakın kontağı kapama” diyor Muammer Abi. Kapar mıyım abi; gerekirse tüm gece çalıştırırım artık! Akü kendine gelirken motoru toparlıyor, binbir güçlükle açtığımız konsolu yerine takıyoruz. Aküyü de yerine koyuyor, üstünü kapatıyor. Hopp, bir tane vida arttı! “Vayy,” diyorum, “sen de parça artıran ustalardansın demek.” Gülüşüyoruz. Hava neredeyse karardı, dergâha karanlık basmadan gitme ihtimali artık yok ama en azından gidebileceğim. Muammer Abi olmasa ne olurdu bilmiyorum.
Ama oluyor da işte, tam ihtiyacım olan zaman, ihtiyacım olan kişi bitiveriyor yanımda. Galiba mümkün mertebe insanların yanında olmaya emek ve zaman verdiğim için hayatın verdiği karşılık bu. Ya da sadece bir tesadüf. Emin olmak zor! Muammer Abi para pul istemiyor, nasıl bir güzellik yapayım sana diye soruyorum ama hiçbir şey istemez diyor. Adam iki saatini verdi bu işe ve sonrasında çekti gitti, karşılık beklemeden. Belki o da başka bir yer(ler)den alıyordur / almıştır / alacaktır karşılığını. Belki hayatın çembersel döngüsünün tatlı işleridir bunlar. (bkz. Belki benim kağıt param bir şekilde döne dolaşa senin cebine girmiştir.)
Funda’yla düşüyoruz yola ama harekete geçmeden önce dalgınlıkla kontağı kapıyorum. Eyvah! Ama yok, yeniden çalıştı kolayca… Bu arada çekip gitti dedim ama ana yola kadar kendi motoruyla bize eşlik ediyor Muammer Abi. Sonrası hafif stres. Son derece yorucu bir gün ve akşam sonrası hiç istemediğim hâlde karanlıkta yol almak zorundayım, üstelik bir can daha taşıyorum. Çok fazla tır, kamyon ve çok fazla viraj var. 10 km. kadar yavaş yavaş, sağdan sağdan gittikten sonra şehir içine giriyoruz. Şehirde ve akşam motor kullanmak da stresli geldi, ilk gün için. Ama kazasız belasız Funda’yı evine yakın bir yere bırakmayı ve Termal’de bulunan Dergâh’a sağ salim ulaşmayı başarıyorum. Şükür!
Akşam Dergâh’ta birkaç arkadaşımı görmek iyi geliyor. Ama tükenmiş durumdayım; ortamı şöyle bir kolaçan ettikten sonra bir an önce çadırımı kurup kendimi uykunun şefkatli kollarına bırakıyorum.
Gün 2
İlk gün, yaşadığım akü macerası ve aşırı rüzgâr bir yana, gayet keyifli bir yolculuk yaptım ve daha uzun yollara düşebileceğime ikna oldum. En azından denemeye değer görünüyor.
Hemen bugün yola devam etme ihtimalim var ama buraya nihayet gelebilmişken en azından bir tam gün geçirmek istiyor ve orada kalıyorum. Fena geçmiyor gün ama anlatmak istediğim orada ne yaşadığım değil. O yüzden geçiyoruz.
Gün 3
Gece yatarken bugün yola çıkacağım kesin değil ama muhtemeldi. Sabah uyandığımdaki ruh hâlime göre karar vereceğim. Sabah uyandığımda ise içimden geçen tek şey var: yola düşmek! Kahvaltı bile yapmadan ayrılıyorum oradan. Arkadaşlarla, özellikle Mustafa ile vedalaşsam iyiydi ama bu sefer böyle oldu.
Her zamanki hazırlıksızlığım ile düştüm yollara. Elimde harita yok, telefonumun şarjı çok hızlı bitiyor, nerelerden geçeceğimi, hangi yollardan gideceğimi not aldım ama nerelerde kalacağımı falan bilmiyorum. İlk kez ya da uzun yıllar sonra geçeceğim kentler, kasabalar ve neredeyse hiçbir şey bilmiyorum. Üst-baş olarak ise sadece bir kaskım olduğunu söylemiştim. Viva hazırlıksızlık!
Yalova’da bir fırında kahvaltı ederken feysbuk’ta duvarıma güzergâhı yazıp buralarda gidilecek, görülecek güzel yerlere, insanlara, yenecek güzel yemeklere dair fikir danışıyorum topluluğuma; ki bundan sonraki günleri büyük oranda buraya yazılan yorumlar belirleyecek. Yaşasın sosyal medya, yaşasın teknoloji! Bir yanım ise bir süredir akılsız telefonuma dönmek istiyor nedense. Akıllı telefonlar yavaş yavaş kendi aklımızı gereksiz mi kılıyor ne! Öte yandan özellikle yollarda iken ve ben gibi plansız bir insan iken nasıl da yardımcı oluyor bana. Pıt pıt kişilere, bilgilere, haritalara ulaşabilme imkânı… Akıllı telefonlar özellikle de spontan ve an’lık yaşayanlar için büyük nimet! Ama bir o kadar da an’dan koparıyor insanları, bazen de beni. Her zamanki gibi olay, onu nasıl kullandığım(ız)la ilgili galiba. Neyse şu yolculuk bitsin, o zaman düşünürüm akılsız’a dönme konusunu.
Poğaça ve çaydan oluşan kahvaltı sonrasında yola devam. Karamürsel, Gölcük, Yalova, İzmit, Sapanca derken Düzce’ye sokuyorum burnumu. Burada bir arkadaşım var ama akşama kadar onu görme şansım yokmuş (insanlar çalışıyor). Oralarda takılmam ve akşam görüşmemiz için epey ısrar ediyor sağ olsun ama içime sorduğumda yola devam etmemi söylüyor (kesin bir bildiği vardır). Ercan’la dönüşte görüşeceğimizi umarak öyle yapıyorum. Otobanı değil de eski yolu kullanarak Bolu’nun muhteşem dağlarını mest olarak döndükten sonra Bolu’ya varıyor ve yönümü güneye çeviriyorum; zira Sevgili İnan Mayıs, Aladağ Göleti çevresinde güzel yerler olduğunu söylemiş; kamp için iyi bir seçenek olabilir.
Yine muhteşem yollardan, ormanlardan geçiyor, bir yandan bu yolculuğu motorla yapmaya cesaret ettiğim için şükredip duruyorum. Telefonun haritasından ve yoldaki dayılardan aldığım yardımlarla Aladağ Göleti’ni buluyorum. Hiç fena değil ama göl kenarında kamplamanın yasak olduğu yazıyor. Etrafından motorla devam ediyor ve Göksu Tabiat Parkı ile karşılaşıyorum. Orman müdürlüklerinin kamp mamp yapılabilen böyle parkları varmış meğer (ben bayağı cahilmişim), kapıdaki tatlı adamla biraz sohbetleşiyoruz ve kamp yapmak için 25 TL vermem gerektiğini öğreniyorum. Acaba mı diye düşünüyorum ama içime sinmiyor. Bir kez o parayı verip istediğim kadar kalabilirmişim ama ben bir gün kalacağım ki! Hem daha sessiz bir yer olsa… Tabelaları okumamışcasına, tabiat parkı dışında göl kenarında kamp yapıp yapamayacağımı soruyorum ve bazen köylülerin jandarmaya şikayet ettiklerini ve jandarmanın müdahale edebildiğini söylüyor.
Kararsızım ama şimdilik teşekkür ederek geri dönüyorum. Göl kıyısında konserve barbunya yiyor ve göleti içime çekmeye çalışıyorum. Fakat aklım nerede kalacağım konusuyla epey meşgul, tam olarak şimdi ve burada değilim. Olmazsa bu akşamlık parasını verip içeride kalayım, kafam rahat olsun diye düşünerek yola düştükten bir dakika sonra sola, ormanın içine doğru giren toprak bir yol görüyorum. (Bi’ girsem ya şuradan.) Giriyor ve bir-iki km sonra sevinç çığlıkları ve kahkahaları atmama neden olan yeri görüyorum. Bu gece nerede kalacağım belli oldu: Gerçek bir ormanın, yabanın içinde, olağanüstü güzellikteki bu yerde… Bu arada yoldaki tabelada gördüğüme göre 1.400 metrelerdeyim. Aklıma hiç yaban hayvanlarından falan korkmak gelmiyor; iyi ki de gelmiyor, şimdi olsa biraz tırsabilirim mesela. Telefonu azıcık şarj etmek için Göksu’ya dönüyor, tesiste biraz dolanıp, mangalcıların dumanları arasında yürüyor, hava kararmadan kamp alanıma dönüyorum. Neyseki birkaç fotoğraf çekmeyi akıl edebildim. Gözümün gördüğü her yer ve hissiyatım o kadar güzel ki içime işlemeye çalışıyorum bu an’ları. Sakince oturuyorum, bir şeyler atıştırıyorum; havanın kararması ve serinlemesiyle çadırıma giriyor ve kendimi uykuya bırakıyorum.
Evdeyim…
Devamı gelecek. Çoğunu yazdım bile! (-:
Edit: Ertesi gün geldi ((:
http://icimdensohbetler.blogspot.com/2017/08/motorize-gunluk-dogu-karadenize-gidis-2.html
Blog yazarının üç notu:
2 – Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum.
3 – Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi “Yeni”ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.
emreertegun@gmail.com