yelken ol, balık ol, su ol
Bir zamanlar, olmak ve yapmak karşıtlığı (?) üzerine düşünüp duruyordum. Özellikle son zamanlarda başkalarından da sık sık buna dair bir şeyler duyuyorum ve bir süre önce, ben de dâhil olmak üzere birçoğumuzun bunu yanlış anlamış olduğumuzu fark ettim. Bunu fark etmemi sağlayanlardan biri Andrew olmuştu: “Olmak yapmayı içeriyor.” demişti basit bir şekilde, ki bu basit cümle bana çok şey anlatıyor.
Tabii ya! Sanki bir karşıtlık olması lazımmış gibi. Tam da karşıtlık olduğunda çatışma doğuyor ve çatışma olan yerde huzur barınamıyor halbuki. Peki iç içe geçmeleri mümkün mü? Olmak, yapmayı nasıl içerir? Bunlar nasıl kol kola yürürler?
İçimde bir şey yapma isteği duyduğumda bu nereden geliyor? Zamanımı mı doldurmaya çalışıyorum? Egomu mu parlatmaya çalışıyorum? Kendimi değerli hissetmeye mi çalışıyorum? Birilerine bir şey mi kanıtlamak istiyorum? Ya da mesela dünyayı kurtarmam gerektiğini falan mı düşünüyorum? Adımımı bu ve benzeri saiklerle atıyorsam, yapma hâlim, Andrew’un dediğine uygun düşmüyor bence. Burada eylemim, “oluş”umun bir parçası değil; doğal bir şekilde ve kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Ya ego parlatma var, ya da korkular, kaygılar… Kendiliğindenlik yok, akış yok, saf sevgi yok.
İçimde bir şey yapma isteği duyduğumda bu nereden geliyor? İçimden, özümden, canımdan mı? Atacağım adım kanımı mı kaynatıyor? Dünyaya bunu vermemeyi, bunu yapmamayı düşünemiyorum bile mi? Ahh işte, böyle olduğunda yapacağım eylem, “oluş”umun bir parçası, hatta ta kendisi! Bu durumda saf sevgi var, kendiliğinden ortaya çıkana, yazgıya teslim olma var. Ve işte bu durumda, olmak yapmayı içeriyor.
çizim: Duru Betül Çetin |
Peki kaçımız böyle bir hayat yaşıyor? Kaçımız gerçekten içinden taştığı gibi, içinin coştuğu yönde hareket ediyor; ya kaçımız Yaşam Nehri‘nin kıyısında cansız bir havuzcuk yaratıyor ve bu birikintide debelenip duruyor?
Çevremize dikkatle bakıyor muyuz hiç? Büyük çoğunluğumuzun (bence, alternatif yaşadığını düşünenlerimiz bile) birbirimizin ne kadar kopyası olduğunun, olmaya çalıştığının farkında mıyız? Bir yandan bütünün bir parçasıyız ama bir yandan da ne kadar büyük bir zenginliğin farklı ifadeleriyiz aslında ve aynılaşmaya çalışmamız çok hazin değil mi?
Toplumun bellettiği, sıkıcı ve sığ hayatları yaşamaya çalışmaya devam mı edeceğiz? Tepkilerimizin, nerede ne söyleyeceğimizin bile aynı olduğu, koşullanmış, -Krishnamurti’nin deyimiyle- ikinci el yaşamlar… İkinci el olsa yine iyi, kaçıncı el oldu artık…
Biz özgür olmadan, kendi yaşamımıza egemen olmadan ne barışa yer var ne de huzura. Ne içte ne de dışta… Barış olmak için kendimiz olabilmemiz gerekiyor, kendimiz olmak için özgür olmamız gerekiyor. Özgür olmak için içimizin sesine önce kulak kabartabilmemiz, sonra bu ses doğrultusunda yürüyecek cesareti bulabilmemiz…
Bana inanmıyorsanız Orhan Veli’ye sorun.
“(…)
Heeey!
Ne duruyorsun be, at kendini denize;
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere…”
Orhan Veli Kanık – Hürriyete Doğru
NOT:
Pşşşt okuyucu, yaklaş biraz!
Eğer ki okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse; para, kitap, ekolojik yöntemlerle üretilmiş gıdalar, yün çorap, masaj, diğer…
Bilinen anlamda çalışmıyorum ve ürettiklerimin, yani dünyaya verdiklerimin çoğunun “piyasada” maddi karşılığı yok. Bu nedenle muhtelif çağrılarla her türlü karşılık armağanına açık olduğumu hatırlatıyorum. Seve seve ve beklentisizce veriyorum ama almaya da son derece açığım.
Son iki yazıda tahin ve seyahat masraflarımdan bahsetmiştim ve ne mutlu ki birkaç kişiden karşılık aldım (şu an itibariyle altı-yedi aylık tahin masrafımı ve Alanya’ya tek yön geliş masrafımı bu şekilde karşıladım 😌); bu yazıyı ise faturalarıma adamak istiyorum. Elektrik, su, internet ve cep telefonu masraflarım ayda ortalama 70 TL. Katkı sağlamak istersen buralardayım. 😊
emreertegun@gmail.com