dostlara mektup
Kendimden, hâlimden haber veresim var biraz. Aşırı derecede kişisel gündemimle ilgili yazacağım; beni tanımayanlar için anlamsız/sıkıcı falan bir yazı olabilir, baştan söylemesi…
Çemberlere genellikle check-in ile başlıyoruz. Tam olarak bir Türkçe karşılığı olmayan check-in’de o anki hâlimizi, içimizde nelerin canlı olduğunu … paylaşıyoruz diğerleriyle. Buna Türkçe karşılık düşünürken yıllar önce his-bakış ve iç-bakışı bulmuştuk; son zamanlarda ise hâl-bakış güzel karşılıyor gibi geliyor. İşte bu mektupyazı benim hâl-bakışım olacak.
Bunu buradan yapmak isteme nedenim ise, en büyük zenginliğim olan çok sayıdaki insanlarımın, dostlarımın her biri ile birebir ilişki kurmaya enerjimin, zihnimin, zamanımın yetmemesi. Bir sürü can var merak ettiğim, nasıl acaba diye düşündüğüm, sesini duymak ve kendimi duyurmak istediğim ama her birine yetişmek elimden gelmiyor. En azından tek taraflı da olsa ben kendimi anlatırsam, bağlar biraz olsun sıkılaşır gibi geldi. Hem belki bundan yola çıkıp bana yazmak, kendi hâlini anlatmak isteyen birileri çıkar, kim bilir… (emreertegun@gmail.com)
balkon, sandalye, bilgisayar, güneş ve yeşil fotoğraf: ben |
Başlıyoruz. En güzeli şimdi ve burada ile giriş yapmak (Burcu’ya selam olsun): Yaşadığım evin balkonunda, yıllar önce Dalyan’dan almış olduğum ikinci el ofis sandalyemin üstünde oturmaktayım.
Buralara kış gelmedi henüz ama serinledi de epey. Şu an tişört ve şortla oturuyor olsam da üşümenin eşiğindeyim, belki bir şeyler alırım üstüme; zaman zaman serince esiyor zira. İki gündür keyfim epey yerine geldi, hafta içi vize başvurusu için gitmiş olduğum İzmir’de azıcık uyuzlaşmıştım. Perşembe gece yarısına doğru eve gelmemle birlikte ibre yukarı dönüverdi. Evde olmayı bu kadar sevip bir yandan da özellikle yaz başından beri -ama diğer zamanlarda da- bu kadar sık yolculuk yapmamı ilginç buluyorum. Yollar çekiveriyor, çağırıveriyor işte bir şekilde; ki seviyorum da elbet yoksa ne işim olacak. Ama neredeyse her seferinde yola çıkış öncesi zorlanıyorum mesela ve çoğu vakit geri döndüğümde derin bir oh çekiyorum. Neyse…
Dün harika bir gündü. Önceki gece geç saatte gelmiş olmama rağmen sabah koşarak (mecazen) yoga dersine gittim. Şubat’tan beri, buralarda olmak için önemli bir sebebim de yoga. Pek iyi bir hocamız (Seda) var ve seyahat plan-programı yaparken ders günlerini gözetecek kadar bağlandım derslere. Haftada beş ders var ve beşte beş yaptığım bile oluyor, düşünün (neyi düşüneceklerse).
Sonrasında eve dönüp güzel bir kahvaltı (ki evde kahvaltı yapmanın benim için ne demek olduğunu beni tanıyanlar iyi bilir), biraz internet minternet takıldıktan sonra pazara gittim… Ahh Fethiye’de kurulan cuma pazarı (üretici pazarı) bu yörede yaşamak için önemli bir sebep. Adı üstünde, sadece üreticilerin-köylülerin ürünlerini bulduğumuz bu pazarda dünya tatlısı teyze ve amcalardan alışveriş yapıyoruz. Dünya tatlısı olmaları, yetiştirdikleri ürünlerde hiç ilaç, fenni gübre vs. kullanmadıklarını kanıtlamıyor elbette ama özellikle alışverişin çoğunu gerçekleştirdiğimiz ve sadece atalık tohumlarla yetiştirdikleri ürünleri satan teyzeler neredeyse yemin ediyorlar kullanmadıklarına dair. Umarım doğrudur, güvenmek istiyorum(z).
Pazardan yaptığım alışverişin yanı sıra pazarcılarla yaptığım sohbetler de besliyor beni, iyi geliyor iletişim kurmak. Alışverişi kendi poşetlerimizi, bez çantalarımızı vs. götürerek çoğu zaman 0 (yazı ile sıfır) yeni poşetle tamamladığımız için hızlıca tanıdılar zaten bizi, sohbet-muhabbet de edince seviyorlar da… Her seferinde yüksek bir enerji ile tamamlıyorum pazar turunu. Bu yıl fiyatlar biraz yükseldi ama buna pek takılıyor değilim. Bu kadar yoğun emekle üretilen sebze-meyvenin 1-2 liralara satılmasını yadırgıyor(d)um asıl; o yüzden bir yandan işime gelmese de 5 liralara çıkan domatesleri, 6-7 liralara çıkan fasulyeleri çok da erinmeden alıyorum gidiyor. Her yıl değiştirilen telefonlara bilmemkaçbin liralar, uçak yolculuklarına bilmemkaçyüz liralar harcarken patlıcanı 4 değil de 3 liraya almak için gayret edenleri anlamakta zorluk çekiyorum mesela.
Pazar sonrasında eve döndüm ve akşam ziyarete gelecek olan Deniz’le yemek üzere güzel bir yemek yapıp rokaları sirkeli suya koydum ve yıllar sonra ilk kez koşmaya (gerçekten) çıktım. Kulağıma taktığım müzikle ve üstelik inişli çıkışlı ve sağlam yokuşlu mokuşlu mıcırlı asfalt yolda 3,5 git- 3,5 gel, 7 km koşmuşum. Maşallah! Nasıl iyi geldi, nasıl… Devamını da getiririm gibi… Dilek’e selam olsun, içime koşma ateşini yeniden düşüren o oldu! Ahh biraz da Tijen aslında…
Döndüğümde Deniz yeni gelmişti ve balkonda oturuyordu, daha eve bile girmemiş. Duşa girecektim ama öyle bir yağmur, şimşekler, gök gürlemeleri başladı ki önce bir süre bunun tadını çıkardım(k). Sonbahar hoş gelmiş!
Hızlı bir duş sonrası salatayı da yaptım ve yemeğe oturuverdik. Elime -ve tüm üreticilerin emeklerine- sağlık, çok da güzel olmuşlar. Sonra da sohbet-muhabbet, biraz kitap okumaca ve yatmaca…
Bütün bir dünü bu kadar detaylı anlatmamı sağlayan şey neydi ki? Sanırım bir şekilde enerjimin çok yüksek olması ve bunu paylaşma isteği. Neyseki bugünümü veya geçtiğimiz haftayı da bu şekilde anlatacak değilim. Hadi iyisiniz! :p
Dedim ya yukarıda “fena hâlde yollardayım” diye. 10 gün önceye düşen çarşamba gününe evimde uyandıktan sonra motorla çıkmak istememekle birlikte bir şekilde yine motorla yola düştüm ve Antalya’ya, yakınlarda annesini kaybetmiş olan çok sevdiğim Handan’ın yanına vardım. İki gün birlikte geçirdikten sonra, oralara gitmişken Alanya’ya annemlerin yanına damladım ve geçtiğimiz pazar günü köye geri döndüm. Hem de o sıralar oralarda olan ve Kabak’a geçecek olan Burcu’yu da terkime atarak. Kask konusunu hızlıca çözüverdik: Alanya’da tanıdığım 3 dosta bir mesaj attım ve yarım saat içinde iki tane kask buluverdik (bkz. en büyük zenginliğim: insanlar, dostlar). Zehra, sağ olsun, kaskla yetinmeyip motor ceketini ve eldivenlerini de verdi ve böylece Burcu’yla yola düşüp geldik. Onu Fethiye’ye bırakıp eve geldim; o güne kadar bizde kalan Deniz’in ve Funda’nın güzel yemeklerini yiyip biraz Avatar (çizgi-dizi olan, hâlâ izlemeyen kaldı mı?!) falan izledikten sonra yattım kalktım ve -bu sefer motorsuz- İzmir yoluna düştüm.
İzmir sürecini de kısacık olsun anlatmak gerekirse, vize evrak hazırlıkları ve birkaç dostla görüşme, iki ayrı yerde kalma ile geçti. Önceki haftalarda, hatta aylarda benle olan yüksek enerjili, yaşama sevinçli hâllerim biraz sekteye uğradı. Buna şehirde olmak mı, vize evrakı hazırlama telaşesi mi yol açtı, yoksa başka bir şey mi emin değilim ama neyseki bu hâllere girdiğimde artık hiç panik olmuyor ve bunun da geçeceğini hemen hatırlayıveriyorum; her şeyin geçici olduğunu artık hep hatırımda tuttuğum gibi… Zira çarşamba akşamı bir tık toparlamış olan halet-i ruhiyem perşembe akşamı eve döndüğüm an’da epey yükseldi ve sonrasında yaşadığım şahane dün’ü yukarıda uzun uzun anlattım zaten. Şu anda da epey tatlış ve minnoş hissediyorum. Şükür!
Bahsetmek istediğim iki gündemim daha var, eğer henüz sıkılıp kapatmadıysanız… Birincisi Portekiz’e gitme hususu: Blogdaki şu yazıda (Emre’yi Portekiz’e gönderelim mi?) destek çağrımı, şu facebook sayfasında ise durum güncellemelerini görebileceğiniz üzere gayet güzel karşılıklar aldığım süreçte, eğer Avrupa’larda ihtiyacım olacak para hakkında fena hâlde yanılmıyorsam, Portekiz’deki harcamalarımı karşılayacak seviyeye geldik bile. Bazen hayatın beni çok fazla şımarttığını düşünüyor, sonra benim de az güzellik yapmadığımı hatırlıyorum. Öyle ya da böyle, an itibariyle 50’ye ulaşan kişinin desteği beni Portekiz’e gönderecek, iş ki vize çıksın. Seyahate esasen bir etkinlik için gidecek olmakla birlikte gitmişken birkaç topluluk ziyareti yapmayı istiyorum. Henüz bu konuda tam olarak kayda değer gelişme sağlayamadım ama daha vakit var.
İkincisi Dilek Bulutlar ile birlikte Bodrum’da gerçekleştirmeyi çok istediğimiz Esnemeye, Değişime Açık bir Buluşma etkinliği: Mevsimle ya da tarihle ilgili bir durum mu, başka bir şey mi bilmiyorum ancak şu an itibariyle yeterli başvuru almamış olan bu etkinliği, bugün-yarın bi’ oynama olmadığı takdirde erteleme ihtimalimiz yüksek gibi görünüyor. Şimdiye kadar sadece, erkeklere açık bir Likya etkinliğini iptal etmek durumunda kalmıştım, bu da ikincisi olacak gibi… Buna biraz üzüldüm açıkçası, zira Dilek de ben de bu buluşmaya dair o kadar heyecanlı ve coşkuluyuz ki… Ve kendimi şu sıralar o kadar güçlü ve merkezimde hissediyorum ki bu dünya için yapabileceğim en iyi şey bu tip buluşmalarda alan tutmak ve insanların değişim-dönüşüm süreçlerine destek olmak gibi geliyor. Ama bazen ne kadar istesem de, ne kadar heyecanlansam da olmayabiliyor işte. (bkz. What can I say sometimes?!) Bu durumu da kabul ediyorum elbette, yukarıda üzülme‘yi -di’li geçmiş zaman ile kullanmam bundan geliyor; şu an pek de üzüntü hissetmiyorum ve fakat şu birkaç günde bir sıçrama olsa, “belki”ler başvuruya dönse, etkinlik kendini yeniden yaratıverse çok da sevinirim. Ay hadi inşallah…
Lakin bu etkinlik olsa da olmasa da Portekiz dönüşü için beni çok heyecanlandıran birtakım çağrılar zihnimde fıldır fıldır dönüyor. Eylemlerim devam edecek gibi görünüyor netekim.
Bir de Funda ile olan ilginç hâllerimiz var aslında ama şu an buna dair bir şey yazmayacağım. Lakin yaşadıklarımızı uzun uzun yazasım, anlatasım var; bir gün belki…
İşte böyle sevgili can’lar; ilk -ve şimdilik tek- açık mektubumun sonuna geldik. Bakarsınız devamı gelir.
Emre