bize dair

the fil ve gözleri bağlı bizler

Sevmek, ruhun en kıymetli, belki de tek gerçek işi. Her şeyle ve herkesle bir ve bütün olduğumu gerçek anlamda idrak ettiğim zamanlarda ortada sevgiden başka bir şey kalmıyor. Böylesi zamanlarda her ağaç, her ot, her kedi-köpek veya kertenkele ve hatta her insanı olduğu gibi kabul edebiliyorum. “Kötülük” yapanları, “hatalar” yapanları dahil… Tırnak içine almam boşuna değil; neye göre kötü, kime göre hata… (Yazının kalanındaki tırnaklara da dikkat! Her biri göreliliği hatırlatsın.)

Bütün dünyayı ve olan-biten her şeyi, -klasik benzetmeyle- kocaman bir fil olarak düşündüğüm ve her birimizin gözleri bağlı bir şekilde bu filin küçücük bir kısmını tuttuğumuz gerçeğini göz önünde bulundurduğumda, herhangi bir konuda herhangi bir yargıda bulunmanın ne kadar abes olduğunu fark ediyorum. Üstelik fındık kadar beynimle doğrular-yanlışlar, iyiler-kötüler belirlemeye, yargılamalar yapmaya başladığım an sevgi mevgi kalmıyor, kalamıyor.

Görsel: Gamze Özer

Bazı şeylerin göreli olduğu benim için zaten çok açık. Sevgiliyle yaşanan anlaşmazlıkta, iş yerindeki münakaşada, sosyal medyada dönen bir vegan / et yiyen tartışmasında, tüm tarafların savunabileceği son derece güçlü tezler oluyor ve bu tip durumlarda haklı ile haksızın olmadığını büyük oranda içselleştirmiş olduğumu söyleyebilirim. Gerçi zaman zaman ufacık konularda bile benim de halen insanları çatır çatır yargılamaya devam edebildiğimi belirtmem gerekir. En çok da en yakınlarımı ve en küçük konularda… “Doğru” olduğunu düşündüğüm şekillerde eylemeyenlere, zaman zaman basıyorum eleştiriyi; dışımdan ya da çoğu zaman içimden!

Bazı daha büyük ve doğrunun ne olduğunun bariz “göründüğü” konularda ise -genelleyerek söylüyorum- gidecek daha fazla yolumuz var sanki. Zira bir konu ne kadar bariz görünüyorsa o kadar net değerlendirmelerimiz oluyor, ne kadar net değerlendirmelerimiz oluyorsa yargılarımız ve olan-bitenden beğenmediklerimizi kabullenmemelerimiz o kadar keskinleşiyor.

Ne yani, mesela doğayı katledenlere de mi kızmayalım? Bunlarla mücadele etmeyelim mi? Peki ya katiller, tecavüzcüler ne olacak? Burada da mı “fil”den bahsediyoruz, burada da mı kesin doğrular yok?

Cevabım gitgide “Evet, burada da filden bahsediyoruz”a yaklaşıyor. Kişisel olarak her an öyle bir kabullenmişlikte olduğumu iddia edemem ancak en azından teoride bunun böyle olduğu fikrine iyice yerleşmiş buluyorum kendimi. Ama evet, ufak tefek konulardaki yargılamalarımın yanı sıra “büyük” konularda da “haksızlık”lara isyan ediyor, doğanın katline kahroluyorum; zulüm haberlerinden, kulağıma gelen “boşuna” ölüm haberlerinden, en basitinden ormanda her yerde karşılaştığım plastik çöplerden sıtkım sıyrılıyor vs.

Böyle hâllere girdiğim zamanlarda dünyayı düşman, korkutucu bir yer olarak görmeye başlıyor, birilerini yanlış yaptıkları, zarar verdikleri için yargılamaya başlıyor, onları kendimden ayrıştırıyorum. Ve tam da bu zamanlarda sevgi kanallarım da kaçınılmaz olarak kapanıyor: “Umursamazlar”, “doğa düşmanları”, “ahlâksızlar”, “hırsızlar”, “katiller!” …”

Bazen ise beni aşan bir anlayış yerleşiveriyor içime. Olan her şeyin olabilecek tek şey olduğunu, başka türlü olabilseydi zaten öyle olacak olduğunu hatırlıyorum bir şekilde (bu sitede buna dair birkaç yazı var). Ve bu anlayış benle olduğu sürece başka türlü bir huzurun içine giriyorum. Kabul etmenin huzuru. Bu “kötülük”leri, “hata”ları yapanların, -tıpkı herkes gibi- kendi gerçeklikleri içinde ve kendi bildikleri kadar yaşadıklarını ve eylediklerini hatırlıyorum. Başka türlü yapabilseler öyle yaparlardı zaten ama doğumdan o an’a kadarki tüm deneyimleri, çevrelerindeki insanlarla etkileşimleri, yaşama koşulları ve diğer her şey onları bu şekilde davranmaya itiyor ve -en basitinden bir örnekle- o kola kutusunu atıveriyor çalılığın içine, muhtemelen üstüne bir an bile düşünmeden.

Bunla birlikte o an “kötü”, “yanlış”, “üzücü” gördüğüm şeylerin büyük resimde bambaşka hizmetleri olabildiğini hatırladığım zamanlar da çok oluyor. Birçoklarımızın kabullenmekte en çok zorlandığı ölümlerin, savaşların, zulümlerin bile, bilemediğimiz şekillerde bambaşka hizmetleri olabilir “bütün”e. İkilikler dünyası ya işte: Savaş olduğu için barış var, “çirkin” olduğu için “güzel” var. Zulüm olduğu için başkaldırı ve devrimler oluyor ve dünya bir noktadan bir diğerine evriliyor.

Tabii burada benim için inançsal bir durum da var. Kendi adıma, her şeyin kocaman bir bütün’ün parçası olduğunu, buraya bütün bu deneyimleri tatmaya geldiğimizi, canlı-cansız hepimizin ve her şeyin aslında bir olduğunu hissetmeye, sezmeye başladıkça ve buna inancım güçlendikçe, bu yazıda bahsi geçen kabullenme hâline daha rahat geçiş yapıyorum.

“Eee ne yapacağız peki; her şeyi olduğu gibi kabul edip hiçbir şey yapmayacak mıyız yani?”

İlk kısmına Evet, sonrasına hayır.

Evet, çünkü olanı kabul etmekten başka çaremiz yok. Etmediğimizde olan bize oluyor, kendi kendimizi üzüp duruyoruz. Her ne oluyorsa, ne yaşanıyorsa; ona mümkün olan en tarafsız, en yorumsuz, en gözlemci taraftan bakmak ve durumu yargılamamak, söylemesi çok kolay ama uygulaması belki pek de öyle olmayan bir seçim.

Hayır, çünkü insan dediğimiz organizma, başka gerçeklikler tasavvur edebilen, hayâl kurabilen, düşünebilen ve bunları hayata geçirebilen bir yaratık. Savaşsız bir dünyaya, doğayla yeniden bağlantı kurabileceğimize ya da kişisel ilişkilerimizi farklı şekillerde yaşayabileceğimize özlem duyuyorsak bunun için harekete geçebilir, adımlar atabiliriz. Olan biten “kötülük”lerden feyz alarak onu kendimizce ve elimizden geldiğince “güzellikler”e çevirerek yaşayabiliriz.

Bir olduğumuza falan inanmıyorsak, bunları kendimizi avutmak için uydurduğumuzu düşünüyorsak da kabule geçmek yine yardımcı olacak. Önce olanı olduğu gibi kabul etmeliyiz ki sonrasında eylemler bizler aracılığıyla sağlıklı ve doğru bir şekilde yeşerebilsin.

Zaten olanı kabul etmek, bazılarının zannettiği gibi pasifist bir duruş değil aslında: Öncelikle mümkün olduğunca, hayatı tarafsız ve yorumsuz bir şekilde gözlemlemek. Bunu yapmadığımızda (ki yapanımız pek fazla değil) en “iyi” niyetlilerimiz, en barış yanlılarımız dahi savaş enerjisi yaratıyor; mücadelelerin, çatışmaların artmasına katkıda bulunuyoruz diye düşünüyorum.

Bir kere olanı kabul ettikten -ama gerçekten kabul ettikten- sonra, işte o zaman çok daha sağlıklı bir yerden çıkan eylemler üretebiliyoruz. Kendimizce daha “iyi”, daha “keyifli”, daha “adil” bir dünya yaratımını ortaya koyuyoruz. Bu dünyanın ortaya çıkması için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Öfkesiz bir yerden, eforsuz bir şekilde, sadece yapmamız gerekeni, kendiliğinden çıkıvereni yapıyoruz. Aslında daha da doğrusu, “olmak isteyen”e kanal oluyoruz. Şu koca evrendeki kum taneleri olarak, bir şeyi oldurmak ne mümkün? Olmak isteyen “güzellik”lere kulak verir ve bunlara aracı olursak ne mutlu…

İşte bu eylemler sevgiden zuhur ediyor ve bu nedenle çok güçlüler. Bu nedenle önlerine çıkan engellerden yılmıyorlar, çünkü sadece ve sadece olması gerekenler yapılıyor. “Olması gereken”le kastım, küçücük beynimle analiz edip kendime biçeceğim görevler değil; içimde, kalbimin en derininden yeşeriveren eylemler. Bu bağlantıyı sağladığımız zamanlarda hayat öyle bir akıyor ve hem kendimize hem yakın çevremize hem de bütüne, kendiliğinden, öyle güzel hizmette bulunuyoruz ki…

Sevgiden zuhur eden bu eylemler ise bizi kaçınılmaz olarak yine sevgiye götürüyor. Sonra hayat bayram oluyor. :))

***

Bitirirken birkaç gün önce yaşadığım minik bir olayı anlatmak istiyorum: O an “iyi” görünen bir durumun uzun vadede “kötü” sonuçlar ortaya çıkarabildiğini ve tabii belki bunun da “hayırlı” olduğunu anlatan.

Hemen her cuma olduğu gibi Funda ile Fethiye pazarına doğru yola çıktık. Motorda giderken bir noktada cüzdanımı yanıma almadığımı fark ettim ve 5 sn. kadar sonra da polis çevirmesini fark ettim. Sağa çektik, polis ehliyet istedi; galiba unuttuğumu ifade ettim ama bir umut çantanın gözlerini birkaç kere karıştırdım ama yok! Ehliyetten geçtim, herhangi bir kimlik yok. Diğer çantanın ön gözünde kaldı işte! Ceza yememek için can havliyle “Hemen şuradaki köyde yaşıyorum, müsaade edin, yarım saat içinde gidip getireyim!” dedim; anlayışlı çıktılar ve tam kabul ediyorlardı ki Funda’nın aklına “harika” bir çözüm geldi: “Çantada pasaport fotokopisi var, kabul eder misiniz?” Dedim ya anlayışlı çıktılar ve “Çıkarın bakalım.” dediler. Fotokopiyi verdim ve sağ olsunlar, müsaade ettiler, yolumuza gittik. Ne kadar “güzel” oldu değil mi? Zaman kazandık falan…

Bütün gün pazar ve diğer birtakım koşturmalar sonrasında akşam yorgun argın eve dönerken ne olsa beğenirsiniz. Evet, ikinci çevirme, bu sefer dönüş yolunda. Bu seferki memurlar anlayış göstermeye gönüllü değiller, üstelik fotokopiyi de vize başvurusu için arkadaşıma yollamıştım (olsa bile kabul etmeyeceklerdi gerçi muhtemelen). Hiçbir şekilde kimliğime dair bir kanıt yok üstümde. Ve cezayı yazıverdiler, gözümün yaşına bakmadan. Çok üzüldüm, iki ay önce yine benzer bir ceza yemiştim, “boşu boşuna” ortaya çıkan masrafların ikincisi ve benim bütçeme göre önemli tutarlar…

Peki bunların “boşu boşuna” olduğunu kim söylüyor? Bu değerlendirmeleri yapan yine benim zihnim. Bu cezalar belki hayatın bana sunduğu sayısız armağanın kefareti, zekâtı; belki bana bir şeyleri hatırlatan, fark ettiren minik aynalar (Aklım neredeydi de cüzdanı almadım?); belki de “olan”ı kabul etme yolunda beni bir adım öteye taşıyabilecek olaylar; kim bilir. İşte başta “güzel” görünen bir çözümün sonra beni “kötü” bir duruma sokması ve fakat bunun da ardındaki “hayır”lar… Hem kim bilir, o çevirme olmasaydı belki de az ileride kaza yapacaktık! (O an gerçekten de biraz dalgındım ve çevirme için çok son an’da yavaşlayabildim mesela.)

Bir de yani üzülsem, kafayı taksam ne oluyor ki! Ceza kesilmiş, kalem kırılmış. Bunu geri döndürme olasılığım yok. Kabul et, 15 gün içinde ve hiç olmazsa %25 indirimli öde ve hayatına devam et gitsin. Ve bunu tüm “istenmeyen” durumlarda uygula. İşte mutluluğun formülü (mü acaba?)! Ya da sevgi hâlinin içinde kalmanın… Sahi bu ikisi aynı şey olmasın?

3 Yorum

  • Ayça

    Tanrı ile dostluk kitabını okuduktan sonra; “Ne yani … ile (hatırlamıyorum ne ile dedigini) de mi birim?” gibi bir cümleni hatırlattı yazın veee bir Azra Kohen’dir ki aklımda bu konuda ampul yakmış “İŞTE” dedirtmiş bir videosu var. Nasıl anlattıysa sana anlatamadım ancak şu kalmış aklımda ‘Ne yani insanların,canlıların, dünyamızın hatta galaksi evren hepsinin işleyişinin sebebi hücrelerimizin işleyiş sebebiyle aynı mı? Hepsi elektron ve proton dengesiyle nasil açıklanabilir böyle? Yani biz de amacı baska bir var oluşa hizmet etmek olan hücreler olabilir miyiz gerçekten?’

  • Gülin

    Her kelimene katılıyorum Emrecim. Olan herhangi bir olayda yargı tuzağına düşmez de acaba ne demeye çalışıyor bana dersem herşeyin hizmette olduğu fikrine geliyorum. Ama işte olay o yargı tuzağına düşmeden bakabilmekte. Bir de mesela yargıyı da çeşitlendiriyoruz , sanki yargı başlı başına “önyargı” değilmiş gibi , ayrı bir isim ve kavram koyuyoruz ortaya. Doğadaki en “tehlikeli” ve “çirkin” gördüğümüz canlının bile ne büyük hizmetleri olduğunu öğrenince aslında büyük resmin bizim bildiğimizden çok daha büyük olduğunu ve sonuçta ( herşeyi bilemeyeceğimiz için) bilmenin de ötesinde güven duymaya ihtiyacımız olduğunu anlıyorum. Olan herşeye güven duymak.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir