1,5 çay kaşığı bal
İki yıl oluyor neredeyse; sevgili Andrew ve Lena ile Time to Heal, Time to Dream (Şifalanma Vakti, Hayâl Etme Vakti) adı altında bir çalışma gerçekleştirdik. Çalışmada bize sunulan araçlardan biri Dream Saloon (Hayâl Odası) idi ve her gün bir ya da iki kere ziyaret ettiğimiz bu güzel alanda kendimize, çevremize, dünyaya dair hayâllerimizi paylaşıyorduk. Burada uçmak tamamen serbestti; sınırlardan özgür takıldığımız; yapılabilirliklerden, olabilirliklerden bağımsız bir serbest uçuş alanı. Bunun önemini belki başka bir yazıda anlatmayı denerim; bu yazıda ise paylaşmak istediğim biraz daha spesifik ve bence çok önemli bir husus var.
Hayâl Odası’nda, üç gün içinde iki hayâl kendini ben aracılığıyla duyurmak istedi. Bir tanesi dünya barışıyla ilgili aşırı ütopik görünen, bana göre bir o kadar da mümkün bir senaryonun hayata geçmesiydi, ki bunu da belki başka bir vakit anlatırım.
Diğer hayâl ise, gıda israfına dur dememize, başka bir deyişle, gıdalara hak ettikleri özen ve saygıyı göstermeye başlamamıza dair dileğimdi ve sonunda bunu buradan da duyurmanın vakti geldi.
***
Gıda üretimi, bildiğiniz ya da en azından tahmin edebileceğiniz üzere epey zahmetli bir süreç. Sebzeler, meyveler nasıl da uzun bir yolculuktan sonra soframıza geliyor. Yediğiniz bir elmanın avucumuza gelip oradan bünyemize katılma süreci; o elma ağacının tohumdan, yani çekirdekten yetişmesini, yıllarca bakılmasını, sulanmasını ve bize ulaşana kadar geçtiği onca aşamayı içeriyor. Veya salataya koyduğumuz bir biberin; bahar aylarında ekilmesi, özenle sulanıp büyütülmesi, bir noktada topraktaki kalıcı yerine alınması, gerekiyorsa zararlılarla mücadele ve en sonunda hasat edilip yine bize ulaşma yolculuğunu düşünelim.
İşlenmiş gıdalarda ise bu süreçlerin eksiği yok, fazlası var. Örneğin tahin üretimi için, önce susamın yetiştirilmesi gerekiyor; sonrasında binbir zahmet hasat edilen susamlar kavruluyor ve bir değirmende ya da yeni nesil bir makinede sıkılıp tahin oluyor. Ve yine bize ulaşana kadar gittiği yollar, şunlar-bunlar…
Bu arada endüstriyel tarım, monokültür, kimyasala maruz kalan toprak ve ağaçlar, çoğunlukla üreticiden çok aracıların kazanması, tükettiğimiz gıdaların çok uzun mesafelerden gelmesi gibi çok önemli konular bu yazının kapsamı dışında.
En az tüm bu zaman, emek ve ekolojik maliyet kadar önemli ve kutsal bulduğum diğer şey ise, bu süreçte elementlerin rolü. Gezegendeki her şeyin özü olan toprak, su, hava ve ateş; bu üretim süreci için muhteşem bir işbirliği içindeler. Malum, gıdalarımız genellikle (son yıllardaki çeşitli alternatif üretim sistemleri dışında) toprak ananın koynunda yetişiyorlar. Yaşayan her canlı gibi onlar da suya ihtiyaç duyuyor ve yağmur ve -gerekli ise sulama ile- bu ihtiyaçları gideriliyor. Fotosentez yapan bu bitkiler havadan da faydalanıyor ve tabii ki güneşin dünyamıza müthiş bir cömertlikle sunduğu ateş elementi sayesinde ısı ve ışığa ulaşıyorlar.
Elementlere sonsuz şükran içindeyim ama bunla da kalmıyor. Bu süreçte çiftçilerin emeği, alın teri, bilgi birikimini kullanması var (ki bunların da içinde yine elementler var aslında); hasattan sonra ise devreye taşıma giriyor: taşıtların üretim süreci, bu süreçte kullanılan onca girdi ve bu taşıtların hareket etmesi için kullanılan onca petrol (petrolün de milyonlarca yıllık bir birikim olduğunu hatırlayalım)…
Öylesine çok katmanlı, meşakkatli, uzun ve kut’lu bir süreç ki bu; durum böyleyken bir ekmek kırıntısının, bir damla zeytinyağının, fazladan kesilip çöpe atılan bir tabaka soğanın ziyan edilmesini istemiyorum. Mesela kırsalda yaşıyor ve gıda artıklarını komposta atıyor ya da çöpe değil de bahçeye atıyorsak bile durum çok farklı değil bana göre… Kendimize yetecek kadar ürettiğimiz ürünleri bir nebze daha rahat kullanabileceğimizi (nasıl olsa yine toprağa karışıp bir şekilde geri dönecek) kabul etmekle birlikte o raddeye gelene kadar her bir parça gıdaya müthiş bir özen göstermekte çok büyük fayda ve gereklilik görüyorum.
Ve elbette bu yazdıklarım sadece gıda için geçerli değil; kullandığımız ve her birinin doğaya muhtelif şekillerde maliyeti olan türlü ürünü kullanırken aynı özeni göstermemizde de çok çok büyük fayda, hadi söyle Emre, gereklilik var. Üstelik hayatımızın böylesine kutsal bir alanında yapacağımız iyileşme, yaşamın kutsallığına temas etmemize ve gittikçe her bir alanına yayılmasına olanak sağlıyor. Bu nedenle mini mini görünebilen özenme, dikkat etme alışkanlıklarımızı hiç küçümsemeyelim; kendileri hayatımızın bütününe yayılırken bunla kalmayıp şahane bir şekilde çevremizdekilere de örnek oluyor.
***
Gıda israfına dair içimin en cız ettiği durumlardan biri, aslında bitmemiş olan ama sıyırmaya üşendiğimiz ya da bunu yapmanın aklımıza bile gelmediği tabak, kavanoz, şişe dipleri veya tabağımızda kalan ve göz ardı ettiğimiz yiyecek artıkları… İşte tam da buna dair spesifik bir örnekle, fotoğraflarla da destekleyerek, yani elimdeki belgelerle bitirmek istiyorum. Beni uzun zamandır niyetlendiğim bu yazıya oturtan, bal kavanozu ile…
Bu sabah, Fethiye’de üretim yapan güvendiğimiz bir dosttan almış olduğumuz balın sonuna geldik ve epeydir niyetlendiğim paylaşımı yapmaya; süreci belgeleyerek anlatmaya karar verdim. Fotoroman başlasın! Aşağıda ilk iki fotoğrafta, bitmiş görünen ve birçoklarının çöpe atacağı ya da en iyi şartlarda içine su doldurup yıkayıp kullanacakları veya geri dönüşüm kumbarasına atacakları kavanozu görüyorsunuz.
Üçüncü fotoğrafta, bu tip sıyırma işlerindeki inanılmaz etkili arkadaşımız silikon spatulayı, Emre’nin deyimiyle “sıyıttırma şeyi”ni görüyorsunuz. 21. yüzyılın icadı* olduğunu iddia ettiğim bu şahane şeyden evinizde yoksa lütfen edinin, varsa ve kullanmıyorsanız lütfen kullanın. Zerre kalıntı bırakmadan ne varsa topluyor yahu! (Yıllar önce Çandır ziyaretlerinde sıyırma coşkumu fark edip, İstanbul’a döndükten sonra bana bu ve daha büyük diğer spatulayı alıp yollayan Aylin’e dev selam olsun.)
* Bu arkadaş mutfaklardaki yerini muhtemelen 20. yüzyılda almış olabilir lakin o yüzyılın icadını, yeşillikleri döndürerek -santrifüjle- kurutan “salata kurutma şeyi” olarak daha önceden ilan ettiğim için “sıyıttırma şeyi”ni de 21. yüzyılın icadı olarak değerlendiriyorum.
Dördüncü ve son fotoğrafta ise sonucu görüyoruz. Tabak, kahve tabağı; kaşık ise -çay kaşığı gibi görünse de- tatlı kaşığı. Aşağı yukarı dolu dolu 1,5 çay kaşığı kadar bal çıktı ve bunu atmak, dökmek, ziyan etmek yerine kendimize şifa ediyor olduğumuza çok seviniyorum. Bu araya şöyle de bir istatistik bilgi sıkıştıralım: Kolayca göz ardı edebileceğimiz bu bal, yaklaşık 6 işçi arının ömrü boyunca ürettiği miktara eşit.
İşte böyle dostlar. Lütfen gıdanıza sahip çıkın; son damlasına ve kırıntısına kadar değerlendirin. Bunu, hem gıdanın kutsallığı hem de hayatın diğer alanlarına yayılacak etkisi açısından çok önemli buluyorum; hatta biraz daha net konuşayım, öyle olduğunu biliyorum.
Hamiş: Bal ve diğer hayvansal ürünleri tüketip tüketmeme konusunu da sürekli olarak değerlendirdiğimi ve şu an için asgari tükettiğim bir noktada içimin rahat olduğunu, bu asgari tüketimin ise üretim koşullarını ve hayvanlara nasıl davranıldığını bildiğim, bilmek için çaba sarf ettiğim üreticilerden tedarik ettiğim ürünler vasıtasıyla olduğunu not düşmek istedim. Vegan aktivizminden korktuğumdan değil :), bu konuya mümkün olduğunca özendiğimin altını çizmek istediğimden…