bana dair,  bize dair

Vooshi Vooshi ve isimsiz badem ağacı

Bu sabah (21 Mart), tam da her zamanki zengin kahvaltı soframızın tadını çıkarırken tatsız bir durum yaşadık ve bu satırları yazdığım dakikalar itibariyle yaşamaya devam ediyoruz. Ev sahibimiz bir süredir zikrettiği üzere, verandanın sağ tarafındaki “faydasız” badem ağacını ve -galiba bir kez söylediği üzere- evin sol ön tarafındaki canım dut ağacını, ki ismi Vooshi Vooshi idi (Rob vermişti) ve o da “faydasız” ve hatta “zararlı”ydı, kesmeye gelmiş.

“Faydasız” görülme sebepleri meyve vermiyor olmaları idi (dut, çok az veriyordu), tahmin edersiniz. Üstüne Vooshi Vooshi’nin bir de “zararlı” olma sebebi ise, tamamen zeytin ağaçlarıyla dolu bahçedeki birkaç zeytinin güneşini engelliyor ve hızla gelişmelerine mahal vermiyor olması idi.

Zeytinler, yanılmıyorsam 4-5 yaşındalar. Biz buraya gelmeden bir süre önce bu bahçe tamamen nar ağaçlarıyla doluymuş; nar para etmemeye başlayınca hepsi kesilmiş ve bu sefer zeytinlerle dolmuş. Bu yazıda uzunca değinmeyeceğim apayrı bir konu bu. Para eden ağaçları monokültür olarak yan yana dizmek hem onları hastalıklara karşı dirençsiz kılıyor ve kimyasal zehirlere “ihtiyaç” duyuluyor, hem müthiş bir gıda çeşitliliği fırsatı tepiliyor. Üstelik şu an para ediyor diye diktiğin ağaçlar verimli bir şekilde meyve vermeye başladığında belki de o kadar para etmeyecek. Bunla birlikte, hasat kolaylığı vs. nedeniyle bu yapılıyor elbette ama büyük resimde değdiğini pek zannetmiyorum. Aklımın erdiği kadarıyla, nereden tutsan elinde kalan hareketler bunlar.

Velhasıl bizi üzen bu küçücük olay, güzelim dünyamızda olan-bitenin ufak bir yansıması olması ve büyük resmi biraz daha algılayabilmek açısından bana çok kıymetli geliyor.

(Vooshi Vooshi çoktan gitti; tam bu satırları yazarken, isimsiz badem ağacımızın olduğu yerden de benzinli testere sesi geliyor.)

Meyve vermeyen bir ağacın tamamen değersiz görülmesi: V-V belki 80 yaşındaydı, belki daha da yaşlı. “İşimize yarayan” bir üretim gerçekleştirmediği için 4-5 yaşındaki birkaç zeytin ağacı için yaşamına son verildi. Allah rahmet eylesin! Bu, insanların büyük kısmında yer etmiş faydacı bakış açısını çok basit bir şekilde gözümüze sokuyor. Bu bakış açısının sadece köylüde ya da sadece kırsalda olmadığını, yaşamımızın her alanına sızmış olduğunu anlatmama gerek olmadığını sanıyorum. Bunla birlikte faydası hiç yok değildi: Yazın bize serinlik ve mahremiyet sağlıyor, ayrıca bir sürü kuş, fare ve sincaba yuva ve besin kaynağı oluyordu.

Faydasının olup olmaması bir yana, V-V bir canlıydı, hem de yaşlı ve hürmet gösterebileceğimiz bir canlı. Dalıyla, yaprağıyla, kökü ve gövdesiyle birçok canlıya da ev sahipliği yapan, benden ve Ramazan Amca’dan büyük bir canlı. Fakat köylülerin çoğunun -şu an- böyle bir yaklaşımı yok. Birçoğu, benim görebildiğim kadarıyla, doğaya ve içinde yaşayan canlılara, yalnızca faydacı bir bakış açısından bakıyorlar ve “işe yaramayan”, “yenip içilmeyen”, “ticari bir değeri olmayan” canlıların onların gözünde kıymet-i harbiyesi olmuyor. Tam bu noktada -varsa- Anadolu köylüsü romantizminizi de yavaşça yere bırakmanızı öneriyorum. (Elbette ki romantizmimizin karşılığı olan yerler/kişiler hiç yok değil, bu arada.)

Bu arada biz ne yaptık? Kendimizi ağaca mı zincirledik, canhıraş savunduk mu V-V ve isimsiz badem ağacını? Hayır! Bunu yapsak bir şeye yarar mıydı? Hiç sanmıyorum. Ama bunu istemediğimizi, bari V-V’yi bırakmasını ifade ettik; umurlarında olmadı. Onların birer can olmaları ve özellikle V-V ile olan iletişimimizi anlatmak zaten mümkün olmazdı ama yaz aylarında serinlik yarattığını falan ifade ettik. I ıhh… “Buna razı değiliz.” dedik ama muhatabımızda bu cümlenin herhangi bir karşılığı olduğunu sanmıyorum. Bu paragrafta anlatmak istediğim, mülkiyet’in efendiliği. Bir arazin var ve bu arazide bir ev. Bu evi birilerine kiralıyorsun ve verandasına bir buçuk metre mesafedeki ağacı keserken o kişilerin ne düşündüğü, ne istediği, ne hissettiği, biraz olsun umurunda değil. Çünkü mülkiyet sende, tapu sende. Ne istersen yaparsın. Yap o zaman Ramazan; ki yapıyorsun zaten.

(Şu anda kesilen parçalar yakılıyor; ortalık temizleniyor.)

Bütün bunları yazarken, neredeyse tamamen yansız bir yerde durduğumu ve olumsuz hislerle neredeyse hiç hemhâl olmadığımı bilmenizi isterim. Ayrıca burada köylünün yaklaşımını tukakalamak ve kendimi ya da diğerlerini temize çıkarmak gibi bir düşüncem yok. Ben dâhil, belki istisnalar hariç, hemen hiç kimsenin masum olduğunu düşünmüyorum. Şehirlerdeki hayatın, iş hayatının ve yaşamın hemen hemen her kısmının aynı zihin yapısının daha sert versiyonları ile işlediğini biliyorum. Yani bu yazdıklarım köylüyü kötüleme, onları cahil bulma ve kendimi(zi) yüceltme gibi okunmasın.

Konu elbette ki topyekûn bir sistem konusu. Hikâye; doğayı, insanlar dahil diğer canlıları ve hatta en yakınlarımızı dahi kendimizden ayrı görmemiz konusu. Uzunca zamandır, küresel olarak, tüm dünyaya zarar veren bir paradigma ile yaşıyoruz. Bu paradigma çoktan iflas etti ve yerini dolduracak olan yeni hikâye henüz yeterince güçlenmediği için mevcut durum ve gelecek, birçoklarına karanlık görünüyor. Yeni hikâyeyi kısmen de olsa yaşayan ve bunun binlerce türevine, bizzat ya da okuduklarım-izlediklerim aracılığıyla şahit olan biri olarak, testere sesinin kulağıma gelmeye başladığı ve bir canlının -bana göre- gereksiz yere öldürülmesine kulağımla şahit olduğum şu dakikalarda bile umudum canlı. O ağaçları savunmak için yeterince gücüm ya da argümanım yoktu belki ama bambaşka yerlerde bambaşka tohumları yeşerttiğimizi biliyorum. Ayrıca Corona kardeşimizin çok iyi gösterdiği üzere hepimiz ve her şey birbirimize bağlıyız ve Çin’deki kardeşimin yediği bir şey, bir zaman sonra okyanuslar ötesindeki başka bir kardeşimi öldürebiliyor. Bakalım bu varlıklararasılık (interbeingness) anlayışına ne vakit ulaşacağız. Dedim ya, ben umutluyum.

Şu an itibariyle, sözcüklerin tam anlamıyla burnumuzun dibinde yaşanmaya devam eden ağaç kesimi, başka başka şeyleri de hatırlatıyor bana. Yine ben dahil birçoğumuzun, uzaklarda yaşanan insani ya da doğa kıyımlarına az-çok vahvahladığımızı ancak asıl, benzer bir durumla bizzat karşı karşıya gelince durumun ciddiyetinin farkına vardığımızı idrak ediyorum. Dünyanın her yerinde nehirlerin, derelerin kurumasının, kirletilmesinin içimizi acıtması ancak yaşadığımız yerde benzer durum olduğunda ve hayatlarımız doğrudan etkilendiğinde (içme suyumuzun zehirlenmesi, bölgedeki hastalıkların artışı vs.), esas o zaman vahameti algılayabilmemiz gibi…

Bir şekilde doğrudan etkilendiğimizde vahameti az-biraz anlayabiliyoruz ve fakat idraki daha da zorlaştıran şey ise dünyamıza dolaylı olarak veriyor olduğumuz zararlar ve küresel üretim/tedarik sistemi sayesinde bunlarla yüzleşmiyor oluşumuz. Bu, uzun zamandır birçok ekolojist, akademisyen ve sıradan insanın bildiği bir gerçek olduğu için sadece iki örnekle kısaca anlatacağım. Benim yeni bir akıllı telefon almam demek, içindeki çeşitli değerli madenlerin çıkarılması için Afrika’da zorlu koşullarda çalışan, bunla kalmayıp türlü çatışmalarda ölen insanlar demek. Aynı telefon, aynı zamanda, büyük bir olasılıkla Çin’de birtakım insanların çok kötü koşullarda çalışması; üstüne bir de fabrikaların oradaki su kaynaklarını kirletmesi demek. Başka bir örnekse, kokusunu keyifle içime çektiğim kahvenin üretim koşulları. Endüstriyel üretim, toprağın zehirlenmesi, kötü koşullarda çalışan ve yaşayan işçiler, bu kahvenin okyanus aşırı ülkelere ticareti… Velhasıl eğer ki temiz üretim ve adil ticaretle (fair trade) tedarik edilen bir kahve değilse içtiğim, binlerce kilometre ötedeki yıkımın faillerinden biri oluyorum. Ben bu bağlantıyı bilmiyorsam ya da biliyor ama üstünde durmuyorsam (“ben mi kurtarıcam dünyayı?!”); bu benim tüketim alışkanlıklarımı değiştirmeyecek ve yıkımdaki rolümü oynamaya devam edeceğim. Üstelik bu yıkım, dönüp dolaşıp beni de etkiliyor. Ne bütün olarak dünyamızdan ayrıyım ne de tek tek diğer insanlardan ve canlılardan…

***

Dedim ya, ben umutluyum. Yıkım son hız devam ederken bir yandan da yeni hikâyeler güçleniyor. Bir noktada, bu hikâyeler daha ulaşılabilir göründükleri an’da her şey bambaşka bir hâl alabilir. Veya işte Corona gibi bir şey ortaya çıkar ve bazı şeyleri kabullenmeye, değişmeye mecbur tutar bizi. İşte bu, galiba, gezegenin aklımızın ermediği aklı…

Bence bana düşen, öncelikli olarak, hangi hikâyeyi beslediğimi iyi seçmek, adımlarımı dikkatle atmak; her geçen gün duyarlılığımı geliştirmek ve her eylemimin etkilerini idrak etip ona göre eylemek.

Bir sonraki adım, eğer ki gücüm ve enerjim varsa, bunu ilişkilerime yansıtmak; bildiğimi, idrak ettiğimi diğerleriyle* paylaşmak; keşfetmekte olduğum daha güzel dünyanın yolunu onlarla birlikte yürümek.

* “Diğerleri” demişken… Ramana Maharshi’ye sormuşlar: “Diğerlerine nasıl davranmalıyız?”; Maharshi cevap vermiş: “Diğerleri diye bir şey yoktur.” Orijinali: “How do we treat others?”; “There are no others.”

Ve bir sonraki adım, eğer ki gerçekten içimden geliyorsa ve korkudan değil de sevgiden doğuyorsa, belki o zaman daha “büyük” işlere kalkışmak. Belki kampanyalar, belki siyaset, belki yerel veya ülkesel ve hatta küresel çapta farkındalık artırma ve savunuculuk çalışmaları vs.

Bana göre; bu sıralama ile gitmediğimizde, ilk adımı kotarmadan ikinciyi, hele ki ilk ikisini kotarmadan üçüncüye el atmaya kalktığımızda yaptığımız tek şey, var olan sistemi ve savaş zihniyetini beslemek oluyor. Yazı yeterince uzadığı için bu paragrafta demek istediğimi uzun uzun anlatmayacağım ama bu da çok yazılıyor, anlatılıyor; ne demek istediğimi anladığınızı umuyorum. Anlamadıysanız da idare edin.

Kendi adıma, bir süredir ilk iki adımda takılıyorum; ötesine gücüm ve enerjim yok; daha da doğrusu hiç içimden gelmiyor. Bunu, sağlıklı bir şekilde yerine getirmek için becerim de yok -gibi geliyor-. Neyseki her birimizin becerileri bambaşka. Neyseki her şeyi ben yapmak zorunda değilim. Neyseki dünyanın sorunlarını tek başıma taşımak zorunda değilim. Bir zamanlar yapmaya çalıştığım şey buydu ve yük, çok çok ağırdı. Şimdi taşıyabileceğim kadarını sırtlanıyor ve elimden geleni yapıp ötesini Allah’a, evrene, akışa (ne derseniz) havale ediyor ve çok daha keyifli günleri özlemle çağırıyorum.

***

Son olarak, bu olay şu açıdan da bir nevi turnusol kâğıdı işlevi görüyor benim için. Yine, uzakta ya da yakında ama bana doğrudan dokunmayan durumlarda atıp tutmak, “sevgi”, “kardeşlik” vs. demek kolay. Maharet; trafikte önüne kırıp seni sıkıştırdıklarında, hakkında atıp tuttuklarında ya da bahçendeki sevdiğin ağacı kestiklerinde nefret girdabına girmemek; durumu kişiselleştirmemek ve her birimizin bildiği kadar yaşadığını, yapabildiği kadarını yaptığını hatırlamakta. Çok şükür ki bu sınavı güzel atlatıyoruz. Üzüldük, yasımız var (buradaki ağaçları aşan kolektif bir yastan bahsediyorum) fakat öfkemiz yok. Durumun sistematikliğinin farkındayız ve eğer ki farkındalık içinde yaşamıyorsa, kişinin paradigmanın yansıması olduğu gerçeği aklımızda. (Burada da biz çok farkındalıklıyız gibi üst bir yerden ifade etmek istemiyorum ama nasıl yapacağımı da bilmiyorum.) Ev sahibine dair niyetlendiğim en büyük yaptırımı, bir saat kadar önce dilimden dökülen şu naif cümle ile anlatayım: “Bundan sonra onlara ne çay ikram ederim ne de kahve.” Yaklaşık üç yıldır, toplasan beş kere yaşanmayan bir durum bu. Ramazan için çok da fifi :))

Bir itirafla bitireyim: Bir noktada ağaçtan düşmesini diler gibi oldum, fark edip hemen geri aldım.

8 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir