çember – 102
İkinci döneme hoş geldiniz. Birinci dönem notlarına çember – 101 adlı yazıdan erişebilirsiniz. Eğer ki onu okumadıysanız ve hele ki çembere yabancı iseniz, önce o yazıya gidip sonra buradan devam etmenizi öneririm.
Şimdi yavaştan derinleşme zamanı… Bu ve bundan sonraki yazılarda (muhtemel sırada iki tane daha var) çemberin bana en önemli gelen noktalarından birkaçını dillendirmek istiyorum.
***
Çemberin en sevdiğim yanlarından biri, herkesle ve her şeyle bir olduğumuzu hatırlatması; özellikle geçtiğimiz yazıda paylaşmış olduğum ilkeler çerçevesinde aktığında (kalpten dinleme, kalpten konuşma, spontanlık ve özde kalma) alanda müthiş bir sevgi, şefkat yoğunluğu oluşması… Hemen her çemberde çoğu kişinin paylaşımında kendimizi buluruz ve özellikle ilk kez oturanlar buna şaşırır; “Sanki hep ben konuşuyorum gibi.”, “Her biriniz başka bir tarafımı dillendirdiniz.” gibi cümleler çıkıverir dudaklardan. Ki öyledir de! Gerçekten de sen konuşmuşsundur, gerçekten de duyduğumuz ve duymadığımız tüm sesler bizim sesimiz, sessizliğimiz, bizim parçalarımızdır. Çemberlerde her daim birbirimize aynalar tutar ve kendimizle bu aynalarda yüzleşiriz.
Bütün bunlar ise müthiş bir ferahlama ve duygudaşlık getirir; “Ohh be yalnız değilmişim!”, “Böyle hisseden başkaları da varmış.”. Maskelerden sıyrılarak aktardığımız her sözcük, her mimik, titreyerek çıkan ve bazen de çıkamayan her ses; tek tek her birimizi ve bütünsel alanımızı temizler; mis gibi kaynak sularıyla yıkar adeta. Sevgi ve şefkat tam da buradan çıkar zaten.
Tabii maskelerden sıyrılmak; aynı zamanda zırhlardan, kalkanlardan da sıyrılmak demek. Kendimizi akışa teslim etmek, içimizde ne varsa, tam da o an’da ne dile gelmek istiyorsa ona alan açabilme cesareti göstermek ve kırılgan olabilmek demek. Zaten işin büyülü kısmı çoğu zaman kırılganlığın ortaya koyulabilmesinde ortaya çıkıyor. Ve bu noktada müthiş bir bulaşıcılık oluyor. Bir kişi kendini açtığında bir diğeri de açabiliyor, o açtığında bu birkaç kişiye daha sıçrıyor ve bir de bakıyoruz ki hep birlikte omuzlarımızdaki ciddi yüklerden özgürleşivermişiz.
Bu arada çemberlerde sadece yüklerimizi bıraktığımız, sadece yaralarımızı, acılarımızı konuştuğumuz gibi bir intiba oluşsun istemem. Bundan sonraki yazılardan birinde buna dair ayrıca yazacağım.
***
Çemberdeki bir diğer güzellik ise merkezin bilgeliği. Buna dair, bir yıl kadar önce yazmış olduğum “çember ve merkez” yazısından genişçe bir alıntı yapmak istiyorum:
“(…) Merkez bizi odaklar ve deyim yerindeyse kolektif alanımızı, bilgeliğimizi temsil eder. Çemberde bireyler kendilerini ifade ediyor gibi görünürler ve bu bir bakımıyla böyledir fakat diğer taraftan kolektif alanın dile geldiği de söylenir, ki bu da böyledir. Burada mistik bir olaydan bahsetmiyorum. Her birimizi yaratan ve şekillendiren kolektif alan iken ve her birimizin ve her şeyin her türlü eylemi, sözü, hâli diğer her şeyi etkilerken bağımsız benlik düşüncesi biraz komik kaçıyor aslında. Hayatta sıkça komik olmayı seçiyor ve böyle yanılsamalara giriyoruz işte. Olsun varsın.
Diyeceğim o ki çemberin basit ve kuvvetli niyetleri çerçevesinde oturup paylaşımlar yaptığımızda, hikâyelerimizi anlattığımızda aslında merkezin ağzından konuşuyor ve neredeyse istisnasız bir şekilde tamamen ortak olan hâllerimizi anlatıyoruz. (…)
Ve evet, her birimiz aracılığıyla merkez, yani kolektif alan dile gelir. Çembere oturulur ve paylaşımlar birbirini tetikler, o bunu besler, bu şuna yol açar, şu ötekine temas eder ve o an’ın örgüsü, o an’a has bir fotoğraf çıkarıverir karşımıza. Çemberde konuşan gerçekten de ortak alandır ve ne utanılacak bir şey vardır ne de kıvanç duyulacak; ne bilge sözler söylemeye gayret edip şov yapmanın alemi vardır ne de beğenmediğimiz yönlerimiz için kendimize kızmanın.
Orada, insanlık ve varlık alemi belli bir anda belli bir yoğunlukla ifade bulur ve şifalanırız, hepsi bu. Zira ifade edilen, dikkat verilen, açığa çıkan şey rahatlar, feraha erer. Sonrası güzellik…”
***
Merkezi vurgulamışken onu dinlemenin öneminin de altını çizelim. Geçtiğimiz yazıda paylaştığım üzere, The Way of Council geleneğinde “Çemberde oluşturduğumuz bütünün, tek tek parçaların toplamından daha büyük bir şey olduğunu; ortaya çıkan ortak bilgeliğin her birimizin aklından, zekasından daha büyük olduğunu biliriz.” İşte bu daha büyük olan şeyi duyma ve ona göre hareket etmeye, ona göre karar almaya diyoruz merkezi dinlemek.
Bunu, şu sıralar yaşadığım güncel bir örnekle açıklayabilirim belki: Bir grup insan, kırsalda bir topluluk kurma, belli bir alanda birlikte yaşama niyetindeyiz. Bu niyetin epey bir geçmişi ve detayı var ama bu yazının konusu değil. Konu şu ki, burada koca bir hayatı kurmak ve paylaşmak söz konusu ve insan aklıyla, düşünerek, kendi fikirlerimize güvenerek bir yerlere varmak pek de mümkün değil. Sonsuz sayıda değişkenin iç içe olduğu bir süreç bu ve ben konulara ne kadar “Şu şöyle olsun.”, “Bu böyle olsun.” kesinliğinde yaklaşırsam ve birlikte yol almaya niyet ettiğim arkadaşlar ne kadar kendi tercihlerine saplanır ve onları dayatmak isterse karar almak hem zorlaşır hem de kolektif alanımızın bilgeliğini değerlendirememiş oluruz.
İşte merkezi dinlemek tam da bu noktada imdadımıza yetişir. Ben bireysel bakışımı ortaya koyarım, diğer herkes de koyar ve eğer ki sürece teslim olur ve alanı yeterince dikkatli dinlersek, bunların bileşkesi olarak gerekli olan karar ve adımların orada beliriverdiğini görürüz. Bunun en güzel yanı ise omuzlarımızdaki koca koca karar alma, bilme yüklerini salmaktır.
Çember, benim için bilmeye ihtiyaç duymadığım bir alan. Küçük Emre’nin deneyimleri, duyguları, düşünceleri dile gelir; küçük Ayşe, küçük Ali, küçük Tuğba da dile gelir, gelir, gelir ve buradan bir bilgelik doğuverir. Zaten bilgelik, bilmenin olmadığı yerde kendini gösterir. Bilmek insan işidir, bilgelik ise daha derin bir biliştir. Çember ise bu bilişle buluştuğumuz alandır.