bize dair

odun ateşinde çay

Bu yazı HThayat blog için yazıldı; kendi arşivimde durması açısından buraya da ekliyorum.

***

Bu sabah, bir süredir her sabah olduğu gibi, çalı çırpıyı birleştirip ocaklığı yaktım ve çay demleme sürecine giriştim. Ve o an mini bir aydınlanma / hatırlama / fark ediş gerçekleşti: eyvah ateş yakmak alışkanlığa mı dönüyor yoksa?

Önce en ince dalların, bazen kurumuş çam pürlerinin tutuşması ve yavaş yavaş inceden kalına doğru alev alan odun parçaları, eğer ki kullanıyorsam süreçte çıranın rolü ve kolaylaştırıcılığı, ve nihayetinde belli bir ritme giren ateş… Girmiş olduğu ritm, ateşi kendi hâline bırakabileceğin anlamına gelmez; gerektikçe beslemelisin, gerektikçe odunların yerini değiştirmelisin. Çay artık demlendi ama her çay koymaya gidişte önce ateşini kolaçan etmeli, gerekli müdahaleleri yapmalısın. Bunu çayını koyduktan sonra da yapabilirsin tabii lakin benim gibi kaynar içmeyi seviyorsan, ince belliyle buluşan çayla hemen sofraya koşmayı tercih edersin. Biraz ılık içsen miden bulanır zira.

Esas anlatmak istediğim ateş yakma süreci değil; Oruç Aruoba bunu Ateş Yakana Kılavuz’da harika bir şekilde anlatmış zaten. Şiirle, felsefeyle, sıfırdan ateş yakmayı öğretir insana, bu kılavuz (“kılavuz”u klavuz olarak yazan arkadaşlar; aman diyeyim). Üstelik öyle bir anlatır ki bir yandan gerçekten de ateş yakmayı öğrenirsin, bir yandan da hayatı. Ateşi metaforik olarak aldığın an’da, ki zannediyorum asıl gayesi odur Oruç Hocamın, hayat ateşini nasıl yakman, nasıl beslemen gerektiğini belletir sana. Ve tabii nasıl söndürmen gerektiğini de: “Ateş yakmayı bilmek, ateş söndürmeyi bilmeyi de gerektirir.”

Yazmanın büyüsüne bayılıyorum. Bir başlayınca oradan oraya götürüyor. Alışkanlıkla ilgili mini aydınlanmamı paylaşacakken önce çay sürecine, sonra rahmetli Aruoba’ya dokundum. Ehh, ben kim oluyorum da benden ne döküleceğine karar veriyorum. Zihnimin dehlizlerinden fışkırıp dünyaya gelmek isteyen bunca şey varken, teslim olmam icap ediyor. Buradaki nüans, galiba, bu gönüllü teslimiyetin bir sürüklenmeye dönüşmemesi. Akıntıya ayak uydururken bir yandan küreklerin de bende olduğunu hatırlamak ve onları kullanabilmek ve kendime, yaşamıma, eylemlerime yön vermek. Bu aralar iş dönüp dolaşıp hep sağlıklı eril/dişil dengesine geliyor işte. Nerede teslim olacağımı, nerede gücümü ve irademi ortaya koyacağımı bilmek.

Bak şimdi de yaşama dair felsefe yapmaya giriştim. Daha da doğrusu, birtakım düşünceler ben aracılığıyla ifade bulma peşindeler. Sahi düşüncelerin de benliği var mı acaba? Nasıl bu kadar esir alabiliyor, nasıl bu kadar güçlü olabiliyorlar? Nasıl kitleleri etkisi altına alabiliyor ve sürükleyebiliyorlar oraya/buraya? Çok büyülü değil mi? Ve hayret verici… Ve bazen korkutucu… Ve bazen coşturucu…

Neyse; işbu yazı, Emre’nin gözetiminde, onun yazmak istediklerinden farklı yerlere gitmiştir ve Emre bundan şikayetçi değildir. Durumun farkındadır ve çıkmak isteyene kanal olmayı seçmektedir. Alışkanlığa dair yaşadığı farkındalığı ise bir başka bahara paylaşacaktır muhtemelen.

Om…

2 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir