Ben tanrıyı çırada gördüm
Dün odun keser, içlerindeki çıralara hayranlıkla bakarken başlıktaki cümle döküldü ağzımdan. Sonra kenara ayırmış olduğum çıra ağırlıklı kütüklerden, tahra ile ince çıra parçaları çıkarmaya başladım bir güzel. Daha da tonla var ne mutlu ki, zira kırsal hayatta en sevdiğim işler hep odunla ilgili; toplamak, kesmek, çıra çıkarmak…
Dinî bir inancım yok. Kurumsal dinlerle zaten hiç işim yok; son birkaç yılda daha sık karşıma çıkan ve aslında bana epey uyan kimi spiritüel öğretilere de gayet mesafeli ve şüpheci yaklaşıyorum. Okuduklarımı birebir yaşadığımı fark ettiğim zamanlarda bile mesafeyi koruyorum; belki tesadüftür, belki denk gelmiştir diye. Ama içimde spiritüel bir taraf da var, tanımlamaya çalışmadığım. Geçenlerde yazmış olduğum bir yazının altına bir arkadaşım “spiritüel bakış açılarından neleri yazdığını, yaşadığını, paylaştığını bi bilsen” dedi; cevabım “spiritüelliksiz spiritüellik” oldu. Ne demekse…
Velhasıl bir şeyleri bizzat yaşamadığım, deneyimlemediğim, beş duyu veya ötesi ile kesin bir şekilde duyumsamadığım sürece şüpheci kalmaya devam edeceğim gibi görünüyor. Gerçi beş duyu ve altıncısı boş durmuyor.
Çıra diye bir şey var işte, gerçek bir mucize! Şimdiye kadar yakından görmeyenler, koklamamış olanlar çok şey kaçırmışlar. Kokusunu tarif edebilmeyi çok isterdim; keskin ve muhteşem. Ayrıca şu da bir mucize değil mi: Çıra öyle bir şey ki, odunun içinden çıkıyor ve odunu tutuşturmak için kullanılıyor. Yanacak olanı yakacak olan, yanacak olanın içinde saklı. Bundan sonrası bir kıvılcıma bakıyor ve gelsin gürül gürül yanan sobalar, ocaklar… İşte dün, tüm bunları özümserken döküldü o cümle: “Ben tanrıyı çırada gördüm.”
Doğanın bir parçası olduğumu hatırlamaya başladığım son birkaç yılda ilk görüşüm değil tanrıyı; sürekli görüyorum aslında. Soğanın olağanüstü güzellikteki tohumunda, bezelyenin dünyanın en güzel çiçeğinde, tadı olmayan ama sadece damağımın üst arkasında bir koku duyumsatan marulun üzerindeki damarlarda, doğanın her yerine ve her an’a sirayet etmiş olan kutsal yaşam-ölüm-yaşam döngüsünde görüyorum.
Kışın kemiklerime kadar ısıtan, yazın köşe bucak kaçtığım güneşte, özellikle sonbaharda oluşan inanılmaz alacakaranlık renklerinde, varlığına ve etkilerine hâlâ şaşırdığım ayda, milyonlarca yıl önceki hâllerini gördüğüm yıldızlarda; o uçsuz bucaksız evrendeki şaşmaz düzene baktığımda görüyorum.
Bazen bir bebeğin gülümsemesinde, bazen bir kadının bedeninde görüyorum.
Vücudumuzun kusursuz işleyişinde, ruhumuzdaki iniş ve çıkışlarda, şu an bu satırları yazarken olduğu gibi “bir yerlerden geliveren” ilhama baktığımda görüyorum.
İnsan topluluklarının yaratabildiği güzelliklerde, birlikte üretim ve düş birliği an’larında, inanılmaz karmaşık makineleri icat edebilen bilim insanlarında, onlarca müzik aletinin eş zamanlı ve muhteşem bir uyumla meşk ettiği bir senfonide, bunu yöneten ve her sesi ayrı ayrı duyabilen şefte görüyorum.
Bütün bunların öylesine, tesadüfen oluverdiğine inanmak her geçen gün güçleşiyor.
Yine şüpheciyim güya ama görüyorum da aslında…
Kasım 2016