bana dair

Yaşam oyunu

Bu yazı HT Hayat için yazıldı ve ilk olarak orada yayımlandı. https://hthayat.haberturk.com/yazarlar/emre-ertegun/1078017-yasam-oyunu

***

1997 yazı… Alanya’da annemlerin işlettiği tesisin havuz başında, hoparlörün başındaki yerimi almışım. İzel söylüyor, “Kızımız Olacaktı”. Nasıl seviyorum şarkıyı, nasıl içleniyorum anlatamam. Neredeyse gözlerim doluyor her dinleyişte. Bardaki Süleyman Abi de seviyor, sık sık çalıyor CD’den (ya da kasetten?).

15 yaşındayım o sıralar. Herhangi bir ayrılığı geçtim, birlikteliği bile deneyimlememişim; neyin içlenmesi ki bu!

70’lerin yabancı slow şarkılarını seviyorum bir de çok. Şu en klasikler vardır ya hani, yine hemen hepsi aşka ve sıkça ayrılığa dairdir falan; çevire çevire dinliyorum bu şarkıların olduğu birkaç kasedi…

Şarkıların anlattığı ve az buçuk İngilizcemle anladığım hikâyeleri deneyimlemememiş, duyguları tatmamış olmamın yanı sıra yazılıp bestelendikleri sıralarda dünyada bile değildim, neyle bağlantı kuruyordum acaba?..

***

2016 olmalı… Ülke ve dünya siyasetiyle uzun süredir hiçbir şekilde ilgilenmeyen ben ve Begüm büyük bir heyecanla kirli ötesi Amerikan siyasetini anlatan House of Cards’ı izliyoruz. Günde iki bölüm, bazen üç… Bölüm sonlarında birbirimize bakıp “Hadi bi tane daha!” uzlaşmasına vardığımız an adeta bayram! Bi 50 dakika daha manyaklıkları, pislikleri izleyeceğiz. Evet bu bir kurgu dizi fakat gerçeğe çok da uzak değil. Devlet denen olgunun kapalı kapıları ardında neler neler oluyo dünyanın her yerinde…

Nedir beni, bizi buna çeken? Bu kadar heyecan ve merakımızı cezbeden nedir? Yaşamımızda karşılığı olmayan ve asla tasvip etmediğimiz, etmeyeceğimiz tüm bu pisliği niye izliyoruz?

Ve evet, son soru cümlesini yazarken zihnimde bir anda cevap belirdi sayın seyirciler. Tam da bu nedenle başlamıştım bu yazıya, bir cevabın çıkageleceğini umarak. Öyle de oldu galiba. Ama bi’ dakka, öncesinde bir örnek daha paylaşasım var.

***

2021 Kasım… Geçtiğimiz haftadan bahsediyorum. The Last Dance adlı muhteşem belgeselde kendimden geçiyorum. Bilen bilir, 90’larda bir Michael Jordan ve Chicago Bulls efsanesi vardı. NBA (Amerikan basketbol ligi) heyecanının Amerika’dan dünyaya taştığı yıllar… Ben de o zamanlar basketbola meraklı, hemen her gün saatlerce top sektiren bir çocuk olarak bir yandan televizyonların verdiği kadarıyla NBA’i, bir yandan Avrupa liglerinde ilk kez başarılar kazanan Efes Pilsen’i falan takip ediyorum büyük bir heyecanla. Velhasıl The Last Dance muhteşem bir yapım olmasının yanı sıra beni çocukluğuma da götürüyor, o zamanki kahramanlarımın bir kısmını yakın plan izlememi sağlıyor.

Dahası, yine ilginçtir, belki çocukluğuma dair bir şeyler hatırlatmasından ve son derece heyecanlı maçları, anları sunmasından öte, süreçteki insani duygular, takım içi çekişmeler, kelimenin tam anlamıyla kan-ter ve gözyaşı ile hazırlanılan süreçler daha fazla heyecanlandırıyor beni sanki. İlginç deme nedenim, bende bunların da çok fazla karşılığı olmaması… Yaşamda herhangi bir şeye böylesine adandığımı bilmem; birileriyle sürekli bir çekişme, itişme, rekabet halinde olduğumu bilmem; kazanmayı çok istediğimi de bilmem, kazananın olduğu yerde her daim bir kaybeden olduğu için belki… Ama bunlara rağmen bu sürece şahitlik etmek, perde arkasını izlemek büyük keyifti. Karantina günlerimin (evet, Corona’yı ağırladım ve geçti gitti şükür…) en güzel anları diyebilirim The Last Dance’i izlediğim dakikalar için…

***

Kızımız Olacaktı, House of Cards, The Last Dance… Ortak noktaları; son derece insani olguları, acıları, heyecanları, hırsları, coşkuları anlatıyor olmaları… Diğer ortak noktaları ise bende bu anlatılan duyguların hiçbirinin o kadar da yoğun bir şekilde olmaması ya da varsa da farkında değilim; henüz açığa çıkmadı vs. Peki o zaman nedir yaşamımın bambaşka dönemlerinde beni bunca içlerine çekmelerinin nedeni?

Yukarıda “belirdi” dediğim cevap oyun oldu. Sözcüklerle yeterince iyi aktarabileceğimden emin değilim ama uçlarda gerçekleşen her türlü deneyim ve duygu bana insan olduğumu hatırlatıyor. Bizzat deneyimleyeyim ya da deneyimlemeyeyim, yaşam oyununda bunca heyecan, coşku, acı, hüzün, yas, yaşam, ölüm var ve buna şahit olmak bir şekilde içimdeki yaşam ateşini körüklüyor galiba.

Verdiğim örnekler şarkı, dizi ve belgesel üzerinden oldu lakin durum kendi yaşamımda da böyle… Her ne kadar sakin bir hayat seçmiş olsam da ne zaman daha hareketli, daha hararetli, beklenmedik durumlar ortaya çıkıyor; o zaman daha bi’ yaşama coşkusu ile doluyorum. Yaşam oyununun hakkını o zamanlarda veriyorum gibi geliyor. Şu an bi’ çırpıda aklıma gelen örnekler; uzun yıllar önce Londra’dan geri dönüş uçağını kaçırdığımız an birkaç saniye içinde ilk şoku atlatıp Londra’da geçirecek 12 saatimiz daha olduğuna sevinmem, birkaç yıl önce bir inziva çalışması için gittiğimiz mekanda sürpriz bir şekilde başka bir grubun daha olduğunu ve yer sorunu olduğunu fark edip hızla buna çözüm arayıp bulmam(ız), sevdicekle ayrılık durumunda bu bir yandan zor ve korkutucu görünse de diğer taraftan bilinmeze doğru atılan adımların tedirgin merakı, zihnimde yeni bir etkinlik oluştuğunda bunu insanlarla paylaşırkenki heyecanım…

Evet, ben bütün bu yaşam sürecini oyun gibi görüyorum ve hastalık, ölüm-kalım durumları dahil olmak üzere hemen hiçbir zaman çok da ciddiye al(a)mıyorum. Şöyle ifade etmek daha doğru olabilir: Yaşamın hakkını vermek, onu elimden geldiğince dolu dolu yaşamak açısından son derece ciddiye alıyorum ama olan-biten ve kötü atfettiğimiz durumlara çok fazla takılmaya, üzülmeye pek gelemiyorum mesela.

Buraya tam da bunları deneyimlemek ve bunlardan öğrenmek; büyümek, gelişmek için geldiğimize dair her geçen gün daha da sağlamlaşan bir inanç ve yaratana, bir ve bütün olana büyük bir güven içindeyim. Bundandır rahatlığım…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir