Nihayet yola düşüş…
Bilgisayarım olduğundan beri ilk kez olsa gerek, tam 14 gündür hiç açmamışım. En son buradaki yazıyı yazıp kapamışım zaten, kapayış o kapayış… Vay be!
Şu an bu satırları Sathmahal Gülistan‘ın küçük havuzunun kenarından yazıyorum. Suyun şırıltısı ve koltuk altlarımı durmaksızın havalandıran rüzgar, bu anın öne çıkan duyumları. Dikili’de yer alan bu canım yere en son 2023’ün yaz başında geldikten sonra bir önceki hafta sonu Ustaca Muhabbet isimli buluşmaya gelmiştim; ardından kendimi çok hızlı bir şekilde, 6. ustalık kümesi canlarının mezuniyet törenine şahit olmak üzere, dün yeniden burada buldum. Buraya dair anlatılacak çok şey var lakin o sözcükleri hemen hiçbir zaman kendi içimde bulamıyorum. Bu nedenle merak eden araştırsın deyip geçiyorum.
Göçebeliğim (evsizliğin diğer adı benim için) başlayalı iki haftayı geçti lakin gerçek anlamda yola düşüşüm birazcık ertelendi. Normalde Ustaca Muhabbet sonrasında İzmir’e dönme niyetim yoktu fakat canım Burcu’nun canım babası Zafer Abi’nin ölüm yıl dönümünde aile ve yakın dostlar arasında bir anma yemeği yapılacak olunca Dikili’den geri dönmeye ve yola bunun ardından çıkmaya karar vermiştim. Nasıl da güzel bir akşamdı öyle… Burcu’nun ailesinin evinin bahçesinde muhteşem yemekler eşliğinde Zafer Abi’nin ve ailesinin sevenleri olarak pek kıymetli bir buluşma gerçekleştirdik. Gelenlerden birinin yönlendirmesiyle bir Gürcü geleneği olan Tamada‘yı uyguladık. Buna göre bir kişi alanı açıyor, kadehler kalkmış bir haldeyken dünyadan, ülkeden, merhumdan uzun uzun bahsediyor ve sonunda “Tamada” diyor ve dileyenler içeceğinden bir yudum alıyor. Bunu yaparken bir de pası birine veriyor ve sırayla andığımız kişiyle ilgili duygu ve hikayelerimizi paylaşıyoruz. Çember gibi bir şey işte aslında. 30 civarında kişi olduğumuz için epey sürdü, bir yandan yiyip içmeye devam ederken diğer yandan kâh gülümsemelerle kâh göz yaşlarıyla birçok hâlin içinden geçip gittik birlikte. Gecenin sonlarına doğru ise Bahri abi sazını eline aldı ve çalıp söylemeye başladı, ben de yanımda olan udu* ile eşlik ettim; tatlıoldu. Oradan ayrıldığımızda saatler gece yarısını epey geçmişti.
* bilmeyenler için bir Afrika vurmalı çalgısı. Bendekini yıllar önce Ömer canım hediye etmişti bana, hiçbir zaman hakkını verdiğimi düşünmesem de arada tıngırdatıyorum. Şimdi yollarda yanımda taşıyorum ve daha çok elime almayı umuyorum, gitarla birlikte.
Bundan gayrı İzmir’deki -şimdilik- son günlerimde bazı güzel canlarla bazı güzel buluşmalar, sohbetler içinden geçtim; bir de üşene sıkıla halletmem gereken işleri hallettim. Eşyalarımın kalanlarını iki canımın evine pay etmece, araba sanayi-usta işleri (hiç hesapta yokken ve hayatımda ilk kez arabalandım ve bunun hikayesini ayrı bir yazıda anlatacağım sanırım), diğer ufak tefek işler. Ama nasıl büyütüyorum gözümde aslında çok da büyük olmayan işleri, anlatamam! Neden öyle yaptığımı bilmiyorum ama içimde bir çocuk var ve angarya işler kendi kendilerine hallolsunlar istiyorum. Olmuyorlar tabii ve yumurta kapıya dayanınca gerekli adımları atıyorum ve istisnasız her seferinde o kadar da korkacak bir şey olmadığını görsem de bir dahakine yine büyütüyorum, yine büyütüyorum. Ben birazcık böyleyim işte ama çok da üstüme gitmemek lazım :))

Ahh bir de normalde bu ay dahil olamayacağım İzmir Evrensel Barış Dansları (DUP) buluşmasında da yer almış oldum, Zafer Abi’nin vesilesiyle şehre dönünce. Yine çok keyifli bir akşamda barış için el ele, göz göze güzel danslar ettik. Muhtemelen ilerideki yazılarda bu dans konusu yeniden ve yeniden gündeme gelecektir, bir süredir fena halde içime kaçmış durumda bu DUP (bir de kontak doğaçlama tabii ama o da bir başka yazıda söze gelir belki). Öyle ki geçtiğimiz aylarda bir gün kendimi ilk kez ömürlük kelimesini kullanırken buldum, ki DUP için idi anlamış olduğunuz üzere*. Sanıyorum ki bundan böyle her daim hayatımda olacak bu güzellik.
* Ve ondan birkaç ay sonra da ikinci kez benzer bir cümle çıktı ve bir şey için ölene kadar tabirini kullandım. Şimdi konuya girmiyorum, girersem çıkamam zira. Bu da apayrı bir yazının konusu olacak zaten muhtemelen.

Ahh, Gülistan’da Ustaca Muhabbet buluşmasında da bir DUP alanı açtık bu arada. Geçen yıldan beri bu güzelliği buraya taşımaya niyetleniyordum, sonunda zuhur etti, şükür ki. Devamı da gelsin umarım…
Nerede kalmıştık… İzmir’deki son günler, işler güçler derken nihayet geçtiğimiz perşembe yola düşebildim. İlk durağım, bir süre önce Menemen’in Turgutlar köyüne yerleşen Gülengül canım oldu. Hem epeydir görüşmediğimiz için Gügü ile özlem giderme açısından hem de dağda bayırda olmaya hasret içinde olmamdan mütevellit oradaki günlerimin pek şahane geçeceği zaten besbelli idi.

Bir gün önce Kültürpark’ta kurulan üretici pazarından bazı ihtiyaçları alıp gitmiş olduğum detayını unutmayayım, zira yediğim şeylerin nereden geldiği, kimler tarafından üretildiği benim için epey önemli ve bu nedenle bu konu burada yer bulsun isterim. Bu pazarı zaten pek seviyorum ve İzmir’de yaşadığım dönemde gıda topluluklarından erişemediğim gıdaları mümkün mertebe oradan ediniyorum. Elbette ki bir Fethiye cuma pazarı değil ama olsun, buna şükür. Neyse, hiç üşenmedim, aktarmalar yaparak toplu taşıma ile gidip gelerek hallettim bu işi de. Araba var diye her yere o koca şeyle gideceğimi düşünmüyordunuz değil mi (merhaba kamu spotu)… :))
Turgutlar’da, şimdilik köyün eskilerinin bu mevkiye koymuş olduğu isimle anmaya devam ettiğimiz -ve Gülengül’ün yeni bir isim düşünüyor olduğu- Akçabulut‘ta üç tam gün kaldım. Geçen yıl olduğu gibi ormanın ortasında o çok sevdiğim noktaya çadırımı attım ve geceleri burada geçirdim; Akçabulut’ta yatabileceğim bir yatak olmadığından değil, böyle istediğimden… Besbelli ki sıcak nedenli verimsiz uykuların, sosyallik koşturmalarının ve iş-güç yorgunluğunun sonucu olarak her gün 23 – 23:30 sularında yatmamıza rağmen ilk sabah 9:30’da uyanınca pek şaşırdım. İkinci gün 8:30’a, üçüncü gün ise 7:30’a çekildi bu. Kalmaya devam etseydim ne olurdu, bilmiyorum. Gün içlerinde ise bolca sohbet muhabbetin yanı sıra, G’nin bir başına halledemeyeceği bazı işlere al attık: mesela hafifçe dağılmış ve farelerin cirit atmış olduğu depoyu toparladık, temizledik, tasnif ettik; mesela su kaynağına gittik ve araziye gelmeyen suyla ilgili sorunu tespit edip geçici de olsa bir çözüme kavuşturduk; mesela erişemediği için G’nin takamadığı jaluziyi taktık; ve belki birkaç ufak tefek iş daha… O değil de işe yaramak, fayda sağlamak ne güzel bir şeydir arkadaş. Kendi angaryalarımda bu kadar üşenirken başkasının ihtiyaçlarını gidermedeki bu sevincimin kaynağına da bi’ bakmak lazım bu arada. :))


Güzel yemekler yedik elbette ve tabii uzun kahvaltılar, yazıp çizmeye istediğim kadar zaman ayıramadıysam da en azından günlüğüme bir tur yazabildim; birkaç kere de gitar çaldım. Ahh bir de, daha önceden kısa bir tanışıklığım olan ve uzun yıllardır o bölgede yaşayan sevgili Barış (Onur Örs) ile uzunca sohbet şansımız oldu ve bu kısım da büyük bir hediyeydi bana. Instagram paylaşımlarından falan az çok nasıl biri olduğunu biliyordum ama yakın temas edince daha da bildim, daha da sevdim.


Üç gün kesinlikle yetmedi fakat Gülistan’a verdiğim söze istinaden dün çıkıp buraya geldim, ardından Akçabulut’a geri dönmeyi bir an için düşünmüş olsam da bu sefer de babama verdiğim söz hasebiyle önce bi Bursa’ya gitmek istiyorum (ki bu yarın vuku bulacak)*; bugün ise Gömeç’te Şebnem canımın misafiri olacağım.
* Yazıyı iki gün önce yazdım, son düzenlemeler ve paylaşımlar ise bugüne kaldı. Şu an Bursa’dayım yani aslında, bakmayın. :))
Kompozisyona yediremediysem de iki şeyi daha buraya not düşüp bu yazıyı bitirmek istiyorum. Birincisi Burcu’da kalırken hasbelkader elime almış olduğum ve çok beğendiğim kitabı anma isteği: Aylin Balboa – “Belki Bir Gün Uçarız”. Kitaba dair ne diyeceğimi biliyor değilim ama çok etkileyici bir öykü kitabı olduğunu, yazarın kuvvetli ve derin acılarla mizahı bana göre müthiş bir şekilde harmanlamış olduğunu söyleyebilirim en azından. Hem buradaki öyküleri yeniden okuma hem de diğer kitaplarını da bir an önce edinme isteği oluştu içimde. İkinci kompozisyon dışı şey ise, G’nin arazisinde ve yakın çevrede dağ tepe çıkabilen süper bir arkadaşla tanıştım: Polaris. Kendisi UTV olarak geçiyor (ATV’nin bir kademe üstü mü ne) ve 4×4 bir arazi aracı. Suyun kaynağına giderken ve en son G beni köye bırakırken kullanma şansım oldu ve puff acayip bir deneyimmiş. Üstünde iken fotoğraf da çekmek istemiştim, sonra unuttum tabii.
Böyleyken böyle, uzun yıllar sonra yeniden el attığım blogdaki ikinci yazımın sonuna geldik. Yavaştan ısınıyorum sanki ve daha sık yazma niyetindeyim. Zaten sırf bu yazıda kendime vermiş olduğum üç tane yazı pası var.
Sağlıcakla kalın e mi?