‘Peki ne yapmalıyız?’ konusu
Ön not: Bu yazı 05.08.13’te Yeşil Gazete’de de yayınlandı. http://www.yesilgazete.org/blog/2013/08/05/peki-ne-yapmaliyiz-konusu-emre-ertegun/
—————————————————–
Bugünlerde yine genel ülke gündeminden, Gezi’den falan çok koptum. Dün, Gezi direnişinde aktif olan bir arkadaşıma şöyle yazdım:
‘bi yandan ne saçma di mi? hani bugünkü yazımın perspektifinden bakınca.. ne alaka, ne saçma sapan işler… yani olan biten çok saçma ve verdiğimiz tepkiler çok meşru elbette.
ama niye bunlarla uğraşıyoz la’
Öyle yani, ben şu sıralar -ve aslında Haziran ayını ayrı tutarsak son bir yıldır- enerjimi diğer kısma vermeyi tercih ediyorum; yani ‘Peki ne yapmalıyız?’a. Sürekli olarak karşıtlıklar ve itirazlar üzerinden gittiğimizde bir yere varamadığımızı düşünüyorum çünkü bir süredir. Ama yok, yanlış da anlaşılmasın, ben de uzun bir süre öyle ya da böyle o mücadelenin içindeydim, hala da tam olarak kopmuş sayılmam; yani yadsıyor değilim, hatta çok gerekli olduğunu da düşünüyorum. Ama bir yandan da düşlediğimiz dünyayı kurmak üzere adımlar atmamız gerekiyor galiba. Yani ya bir çeşit iş paylaşımı oluşmalı, ki oluşuyor, ve iki taraftan da çalışmalarımız sürmeli, ya da iç iş bölümü ile, zaten bu süreçte çoğunlukla evde zor tuttuğumuz %50’mizi mücadeleye ayırıp kalan %50 ile de kendimizi ve yaşamımızı değiştirmeye başlamamız yerinde olabilir. (yaşasın siyasi göndermeler)
Giremiyorum konuya, neresinden tutacağımı bir bilsem…
… … … …
Ya aslında söylenmedik şeyler söylemeyeceğim elbette. Bir kısım insan -ve kısmen ben de- uzun süredir bas bas bağırıyor zaten ‘uyanın!’ diye. Bunları tekrar özetlemekten fazlasını yap(a)mayacağım zaten. Bir de, bir zamanlar bu blogdaki bir yazımda da yazmıştım (1), en büyük sorunlardan biri de şu belki: Mesela okuyoruz bir yazıyı veya dinliyoruz birini veya içimizden bir şey, bir fikir dürtüyor bizi; heyecanlanıyoruz, acayip onaylayarak kafa sallıyoruz, ‘hıı hıı’ diyoruz, ‘hakkaten abi yaa’ diyoruz, ‘n’apıyoruz biz böyle yaa’ diyoruz; sonra 5 dakika sonra bunları unutup kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şimdiki zaman kullandığıma bakmayın, ufaktan bu cümlelerin kiplerini geçmiş zaman’a çevirmek lazım galiba, zira hala devam eden ve anlaşılan kolay kolay sönümlenmeyecek olan ‘Haziran direnişi’ (bu söylemi de pek sevdim bu arada) sürecinde kafa salladığımız fikirler, uygulamalar hayatımıza sızmaya başladı artık. Dayanışma ruhunu, ‘bir’ olma hissiyatını içselleştirmeye başladık; kafamızı nereye çevirsek ‘armağan çemberi’ uygulamalarının vuku bulduğunu görüyoruz; -en azından bir kısmımız nihayet- AVM’lerle olan ilişkilerini kesti ya da ciddi sınırlar koydu; dahası genel olarak tüketici kimliğimizi ve tükettiklerimizi sorgulamaya başladık; armağan ekonomisi, paylaşım ekonomisi gibi kavramlar havada uçuşuyor, hepimiz ‘verme’nin güzelliğini gördük, bununla da kalmayıp ‘alma’yı, ‘isteyebilme’yi de deneyimliyoruz; ‘kendine yetme’ ilüzyonundan kurtulmamız an meselesi; hayatın güzelliğinin paylaşmakta ve topluluk olma bilincinde yattığını tam olarak idrak etmemiz de…
Bu ‘topluluk olma’ konusu ve dayanışma ağları çok mühim işte. Benim hayalim -tüm detayları netleştirmiş değilim elbette ama- Bolo Bolo (2)‘da anlatılan dünyaya yakın bayağı, birkaç yüz kişilik kabileler (bolo’lar) halinde yaşadığımız yönetimsiz bir sistemi inşa etmek. Bu hayali, ‘vizyon’ olarak bir kenara koyuyorum; o vizyona gitsin-gitmesin, birçok kişinin artık hemfikir olduğunu sandığım paylaşma, dayanışma, tüketmeme üzerinden gidince bile -elbette öyle bir isteğimiz varsa- bireysel çıkış yolunu bulabiliriz ya da bulma yönünde önemli adımlar atabiliriz.
Tam burada, kafamda 2 seçeneğin yanıp söndüğünü görüyorum ve bunları ayırmakta fayda var. Bir tanesi kırsalda oluşturacağımız, kendine yetme hedefi olan topluluklar oluşturmak. Bu çok meşakkatli, uzun soluklu, zorlu bir yolculuk. Dünyada başarılı bir şekilde işleyen birçok eko-köy (3) var; artık Türkiye’de de bu konuda gelecek vaat eden örnekler görmeye başladık. Çok yakın gelecekte iyi örgütlenmiş, kendine yeterlilik yolunda çok önemli aşamaları kat etmiş örnekleri göreceğimizden hiç şüphem yok; bunlardan birinde yer alacağımdan da öyle. Ama bu konuyla ilgili kafamdaki karmakarışık verileri, fikir ve hayalleri ayrı bir yazıda toparlamaya çalışırım belki bir ara.
Şu an içinse, daha bi’ şehir kafasına yönelik çıkış yolu arayışlarına destek olmaya çalışayım, istiyorum. Gerçi bunları böyle keskin bir şekilde ayırmak da doğru değil belki; birbiriyle o kadar da kopuk değil bu süreçler. (4) Neyse yazdıkça şekillenir…
Şuradan alıyorum. Son zamanlarda daha büyük bir kısmımızın hemfikir olduğu üzere ‘tüketim’ konusu mühim ve tükettiğimizin çok büyük bir kısmı ihtiyaçlarımızdan kaynaklanmıyor. Hatta bunun da ötesinde bizi mutlu da etmiyor. Daha fazla tüketim daha da fazla tüketme isteğini körüklüyor, ve bu döngüden kurtulamıyoruz. Daha fazla tükettikçe, tükettiklerimizin kıymetini de bilmiyoruz. Galiba en önemli ama bu yazının biraz kapsamı dışına çıkan kısmına gelince de, üretici-tüketici ilişkisi tamamen kopmuş durumda. Bu da, yediğimiz-içtiğimiz ürünlerin nasıl üretildiklerini, içlerindeki ilaçları, hormonları gözden kaçırmamıza; özellikle kıyafetlerimizin veya elektronik ürünlerin üretim süreçlerinde zehirlenen, kanser olan ve hatta hayatlarını kaybeden işçilerden, çöplüğe dönüştürülen nehirlerden, derelerden haberdar olmamamıza neden oluyor. Bu konu çok büyük ve hem benim bilgi sınırlarımı, hem de bir blog yazısının kapsamını aşar. (5) O yüzden burada bırakıyorum ama bütün bunları her zaman aklımızın köşesinde tutalım lütfen.
Evet tüketim konusu mühim. İhtiyaçlarımızı ve ihtiraslarımızı birbirinden ayırdığımızda, aslında yaşamın o kadar pahalı olmadığını da fark ediyoruz. Mesela bilen bilir, geçen sene bir grup insan Bayramiç’in Ahmetçeli köyünde bi kamp yaptık. (6) Orada yiyecek-içecek işini ortak alışverişle hallettik ve 3 öğün yemeğin yanı sıra bir sürü bisküvi-çikolata gibi gereksiz, sağlıksız ve pahalı ürünler de tüketmemize rağmen, günde kişi başı 7 TL (evet, yazı ile yedi türk lirası) harcadık. Evde yemek yediğimizde ve ambalajlı -ve kaçınılmaz olarak katkı maddeli- maddeleri mutfağımızdan çıkardığımızda hem daha ucuz, hem de daha sağlıklı besleniyoruz. Zaten o hazır çorbalar da neyin nesi; peki sarımsağı bile soyup doğrama/ezme zevkinden feragat edip hazır kesilmişini almalar; hadi bırakın onları, aynı markanın aynı peynirini aynı marketten hazır ambalajlısını alarak ortalama %50 daha fazla ödemeler…
Gıda harici tüketime verilen akıl almaz paralar hepten iç burkucu. Sürekli yenilediğimiz bilgisayarlarımız, laptoplarımız, tabletlerimiz, telefonlarımız… Gerçekten de hep yenisini almamıza gerek var mı yahu? Yani tabii ki yok da, soruyorum işte öylesine. Peki mesela niye hemen her birimizin en az 5 pantolonu, onlarca tişörtü, kazağı, gömleği var ki? Peki cinsiyetçilik gibi olmasın ama özellikle kadınların onlarca çift ayakkabılarının olması, onlarca da çanta… Neden her yıl gardrobumuza yeni bir şeyler katmaya çalışıyoruz ki? İddia ediyorum, çok küçük bir kısmımız hariç, orta gelirli ortalama bir yetişkinin şu anda dolabında olan kıyafetleri onu bir ömür boyu giydirir; itirazı olan var mı? ‘Peki ya moda?’ mı dediniz? Hıh!.. Demeyin abi bence, demeyin… Şimdi yukarıdaki iddiamda haklıysam, bir ömür boyu kıyafet harcamanız olmayacak demektir mesela, hadi çok az bir harcama koyalım yine. Ama gerçekten çok az… Teknolojiye verdiğimiz bir sürü gereksiz paranın detaylarına girmeyeceğim şimdi. Yazı çok uzadı ve daha söylemek istediklerim bitmedi.
Bu aralar ne mutlu ki çok yaygınlaşan paylaşım ekonomisine (7) de azıcık giriş yapıp bağlamak lazım artık. Artık neredeyse ihtiyacımız olan her şeyi başkalarından bedelsiz olarak bulduğumuz (freecycle, verrr, esyakutuphanesi vb.), zaman karşılığında hizmet değiş tokuşu yaptığımız (zumbara), yol arkadaşı bularak masrafları paylaştığımız (ucuzagidelim, ortakaraba vs.), gittiğimiz yerlerde ücretsiz konaklayabildiğimiz (couchsurfing vs.) gibi web siteleri, çok hızlı sirkülasyonu olan bebek kıyafetlerinin değiştirildiği facebook grupları (Bebekİmece vs.), Gezi direnişinden sonra daha da yaygınlaşan takas şenlikleri, hatta takasla da kalmayan, ihtiyacın olanı hiçbir şey getirmeden bile alabildiğin etkinlikler var.
Bütün bunları, yani gerek bir sürü harcamamızın aslında gerekli olmamasını ve gerçek ihtiyaçlarımızı karşılamamızın aslında o kadar da pahalı olmamasını, gerekse paylaşım ekonomisi örneklerini alt alta koyduğumuzda çok az para harcayarak yaşayabiliyoruz aslında. Mesela ben son dönemde bir adet akıllı telefon ve 512 gb.lık hard disk bile buldum dostlardan, varın siz düşünün. Yani aslında kişisel bağlantılarımız ve paylaşım ekonomisine yönelik web sitelerini kullanabiliyor olmamız çok önemli. Bir de göçebe olarak, yani evsiz ve faturasız yaşamanın da avantajıyla, sanırım ayda ortalama 300 TL’den fazla harcamadığımı da paylaşmak istiyorum.
Uzadıkça uzuyor… Daha az tüketimin aynı zamanda bu kokuşmuş sistem için en büyük ve aslında tek tehdit olduğundan, dayanışma ile kuracağımız toplulukların bizim gerçek sigortamız olduğundan, yukarıda anlattığım gibi aslında çok da fazla paraya ihtiyacımız olmadığında şimdilik daha az, zamanla hiç çalışmadan yaşayabileceğimiz bir dünya kurabilme potansiyelimizden ve tahayyüllerden bahsetmedim bile.
Neyse bitsin şimdilik. ((: Zaten dipnotlar bile var bu sefer, akademikleşiyor muyum ne… ((:
(1) Bahsi geçen yazı http://icimdensohbetler.blogspot.com/2013/01/unutmak-ve-alsmak.html
(2) ‘Bolo bolo’ adlı kitap http://www.kaosyayinlari.com/index.php/bolo-bolo
(3) ‘Ekoköyler’ dahil olmak üzere Sinek Sekiz Yayınevinin tüm kitapları http://sineksekiz.com/sineksekizkitaplari/
(4) Son zamanlarda okuduğum en keyifli röportajlardan biri, yukarıda yazmış olduğum ayrıma da değinilmiş http://www.yesilgazete.org/blog/2013/07/19/durukan-dudu-politika-yapana-isin-gucun-yama-demem-komun-kurana-da-tek-basina-kurdun-da-ne-degisti-dedirtmem/
(5) Story of Stuff’ın videosu, izlemeyen kaldı mı ki? (20 dk.lık ve Türkçe altyazılısı 3 bölümden oluşan videonun ikinci ve üçüncü bölümlerine de açılan ekranın sağından ulaşabilirsiniz) http://www.youtube.com/watch?v=_RoLW7Okkjw
(6) Bahsi geçen kamp günlerini merak edenlere http://gocebegunler.blogspot.com/2012/10/gezijam-pilot.html
(7) Türkiye’deki örneklerin başlıcalarını toplayan bir yazı http://blog.zumbara.com/turkiyeden-paylasim-ekonomisi-ornekleri/
2 Yorum
Burcu
Wow! 🙂
tabii pek kimse eleştiri yapmıyor da, sanırım bir tez öne sürerken onun antitezini de yaratmak -halihazırda var ise onu bilmek- ve tartışmak güzel olabilir. Örneğin bazılarımız sana şunu sorabilir -Peki abicim, birileri satın almadıkça o armağanlar (ikinci el teknolojik aletler vs.) sana nasıl ulaşacak? Kaç yıl daha hali hazırda dolaşımda olan ürünler bize yetecek? vb. sorular da güzel ve sorulmalı.
Akademik olmaya yaklaşmak da güzel. Sosyal sermaye(social capital) hakkında bir şeyler okuyabilirsin mesela, ya da network teorileri. Güzel gider, perçinler.
Begum Soylu
Son iki aydır yaşanan sürecin hayatımıza yansımaları açısından güzel toparlanmış bir yazı: kırsala gidilecekse kendine yeter bir topluluk durumu, şehirde kalınacaksa tüketimin azaltılması. Evet bu ikisi de gelecek yıllarda er geç yaşanacak büyük ekonomik krizler için de atılması gereken en mantıklı adımlar.
Bu sürecin beni esas etkileyen tarafı ise onbinlerce insanın oldukça etkili ve hızkandırılmış bir içsel dönüşüm geçirmekte olması. Kendimizle ilgili birçok şeyi sorguluyor, korku, endişe ve/veya tepkilerimizle yüzleşiyoruz. Bunları neşeye, huzura dönüştürebilmek için bulunmaz fırsatlar, çalışmakar var etrafta…
Hayırlısı, ne diyelim?