medeniyete dönüş sonrası ilk hissiyatlar, paylaşımlar
Ağustos’tan beri yazmıyorum, aslında yazıyorum da şöyle: Likya Yolu yürüyüşünde yaşadıklarımı unutmayayım diye notlar aldım hep. Duygularımı vs.yi yazmaktan ziyade beni o ana götürecek kilit şeyleri yazdım. Bunları ayrıca göçebe günler‘de bi’ şekilde özetlemeye çalışacağım. Ha bir de nerede yatılır/kalkılır, nerede su bulunur/kamp yapılır, nerede market/bakkal vardır gibi şeyleri de dikkatle not ettim. Bunları da, açtığım ayrı bir blogda Likya Yolu yürüyüşçülerinin kullanması için paylaşmaya başladım; birkaç gün içinde bitirmiş olurum. İşte bunlar bir yana, yazmadım hiç; pek bi’şey düşünmedim de… Değişik bir süreçti, yakın zamanda anlatmayı deneyeceğim…
Ama şimdi ‘şu an’ı aktarmaya çalışasım var. Alanya’dayım yine; yorgun ve argın Emre’nin sığınma yerindeyim yani. Annem az yanda, dünkü maç dolayısıyla kaçırmış olduğu Muhteşem Yüzyıl’ı internetten seyrediyor ve reklamsız dizi izlemenin verdiği coşkuyla dolup taşıyor (Bu arada görüntüyü ‘tam ekran’ yapmayı bilmiyormuş, gösterdiğimde pek sevindi.); ‘Hürrem’, ‘sultanım’, ‘iktidar’ ve ‘Sülüman’ kelimeleri geliyor kulağıma. Ben koltukta oturmuş, ayaklarımı uzatmış ama dizlerimi hafifçe yukarı kırmış, üstüne netbuk’umu yerleştirerek bu yazıya başladım. Ekim ile birlikte bu taraflara Sonbahar geldi(miş), onun keyfi çok büyük. Epey rüzgar esiyor… Yine şort-tişört giymeceli ve henüz çorapsızım ama hafiften serin de geliyor, çok ama çok güzel! Güneş ışınları artık daha eğik; bundan kelli çok farklı ışık oyunları var denizin üzerinde, inanılmaz güzel parlıyor. Bir de dalgalı tabii, rüzgarlı olunca; buradan o kadar güzel görünüyor ki… Bu arada ‘yorgun’ ve ‘argın’ sıfatlarını kullandım kendim için ama yok aslında, yorgun falan değilim, argın da değilim; ama böyle farklı bir süreç yaşadıktan sonra bunları sindirmek için, bir de yazabilmek için zamanımın ve buna çok uygun mekanımın olması büyük şans. Tadını çıkarıyorum…
Dün akşam geldim buraya ve tabii ki çok iştahlıyım (her zaman çok iştahlı değilim ya hani, bilirsiniz ya hani…). Yedikçe yiyorum işte. Anne yemeğini, ev yemeğini falan özlemişim işte; ohh!
Buradan önce 2 gün Umman’ın evindeydik.
30 Eylül Pazartesi günü meğersem yürüyüşün son gününe başlamışız da haberimiz yokmuş (dedim ya, yürüyüşü esas sonra aktarmaya çalışıcam). Aslında Olimpos sonrası 5 günlük etap kalmıştı ve özellikle 29 Eylül Pazar günü, kendimi fiziksel olarak en iyi ve en sağlıklı hissettiğim gündü. Bırakmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ama yola çıkmamızla ve ilk yokuşları tırmanmamızla tıkanmamız bir oldu. Özellikle Burcu çok zorlandı falan da benim için de hiç kolay olmadı. 2 saatin sonunda hem bu yürüyüşün, hem de ilerleyen etaplardaki bakkalı, alışverişi, ‘nerede su bulabiliriz’i falan düşünmekten çok yorulduğumu fark ettim ve Burcu’yla paylaşmak için sabredemedim. ‘Bence bugün bitirelim biz bu işi’ cümlesi (ya da bir benzeri) dökülüverdi ağzımdan. Sonrasında da bu fikrim son derece güçlü kaldı ve öğleden sonra 14:25 sularında Olimpos’a (oradaki tuvaletin önünde kesin olarak bitirdiğimizi de ilan ettik),
galiba 16’ya doğru da Umman’ın evine vardık. Çok güzel geldi çook! Üst-baş fena idi, hemen duş aldık; sonra hamakta, çardakta falan uyuyakaldık. Sonra yemek-memek… Ama ben bunları da göçebe günler’de anlatırım bence. Şimdiki halet-i ruhiyeme geçmek istiyorum çünkü.
Uzun süre onlayn olmayan insanın çok fazla e-posta okuma-temizleme, feysbuk mesajlarını ve bildirimlerini kontrol etme gibi önemli ve uzun işleri oluyor, malum. Bugün biraz onlara başladım ama bitirmiş değilim. Kabasını aldım, diyebilirim bence.
Asıl bu yazıyı yazmaya başlama nedenime giriş bile yapabilmiş değilim. Tam şu anda şöyle bir hissiyatım var ve onu deşmek istiyorum: Likya öncesinde de jam falan vardı, bundan kelli yaklaşık 35 gündür internetten uzağım ve bu aslında çok iyi gelmiş. 35 gündür şehirden de uzağım ve bu da çok iyi gelmiş. Dün Antalya’dan geçmek, anayolda vızır vızır arabalar görmek falan, bi’ tuhaf geldi. Bugün feysbuk’tan birileriyle konuşmak da öyle, hiç özlememişim. Konuşmayı değil de bu şekilde konuşmayı yani… Çok sığ geldi yahu… Yok yok, telefon da pek tat vermedi. 35 gündür epey ‘gerçek’ yaşadığımı düşünüyorum ve ondan sonraki sanallık biraz bozdu beni galiba. İşin kötüsü ne yaptı, ne etti diye merak ettiğim çok insan var, telefonla veya internetten dürtmek istediğim… Sonra yine feysbuk gruplarında neler yazışıldı, paylaşıldı; 2013 jam tayfası neler konuştu vs.yi çok merak ediyorum. Ama çok şey var, nasıl yetişicem ki… Bi de işte geri kalmak istemiyorum ama buradan bu şekilde ‘yakalamak’ da ne kadar ‘yakalamak’ olacak, hiç emin değilim. Gündemden zaten her zamankinden daha kopuktum, şu son 2-3 gün biraz Birgün, biraz Uykusuz okuyarak ucundan yakaladım olan-biteni, ki ‘gündem’ denen şeyin herbi’ şeyden daha naylon, daha plastik olduğunu da her zaman olduğundan daha net bir şekilde fark ettim. Çukurbağ köyünden Kaş’a inerken ve yukarıdan Kaş’ı, birkaç yüz metre ileride de Yunan adası olan Meis (Göz)’e bakarken sınırların ne kadar anlamsız olduğunu her zaman olduğundan da net bir şekilde fark etmiş olduğum gibi…
İşte özellikle şu son paragraftaki hislerimi paylaşasım geldi ve tam olarak becerebilmişim gibi de gelmiyor aslında. Ama tam olarak ne istiyorum, biliyor musunuz: Böyle bir sürü sevdiğim insanla birlikte yaşamak istiyorum, kocaman bir topluluk olarak. Ohh işte, o zaman çok güzel olacak!!! Bu işte yaa, fazla uzatacak bir şey de değil. Oyun gibi olacak, çok keyifli olacak, mis gibin olacak… Ekim ve Kasım’da bu tip hayalleri olan 2 ayrı (tam ayrı da sayılmaz da) grupla üçer günlük toplaşmalarımız olacak. Bakalım bizi bi’ yere götürecek mi… Daha da yazmıyorum işte, yani şimdilik, yani bu yazı için… ((: