bize dair

para – 4

Paraya dair yazmaya devam. Üç yazı da (özellikle dünkü) aktı gitti. Yazdıklarım üzerinde neredeyse denetimim yok gibi, çok acayip!

Bunları yazarken planlama yapmadığım ve kendiliğindenliğe izin verdiğim için, yazıların sıralaması da ilginç oldu aslında. Mesela şimdi, dün bıraktığım yerden, parayla olan ilişkiyi şifalandırma konusundan almak istedim ama bir de baktım ki buna dair yazabileceğim neredeyse her şeyi, ilk yazıda uzun uzun yazmışım. Bu nedenle oradan değil, almış olduğum başka notlar üzerinden doğaçlama yazmaya devam edeceğim.

Ben olsam diğer yazıları, eğer hâlâ okumadıysanız veya bir daha okumak isterseniz; önce 3, sonra 2, sonra 1 diye okurdum. Özellikle dünkü yazı biraz az okundu ve azıcık üzülüyorum, çok daha fazla kişiye ulaşmasını isteyeceğim güçlü bir yazı oldu çünkü. Henüz okumadıysanız, benim için okuyun lütfen.

para – 3 burada,
para – 2 burada,
para da burada… ((:

Bu arada bayağı ciddi mesai yapıyorum. Haftanın beşinci iş günü ve beşinci yazı… ((:
İşte geliyor…

***

Para şu ana kadar yaratılmış en evrensel ve en etkili karşılıklı güven sistemidir.” – Yuval Noah Harari; Sapiens‘ten…

Paranın kendi başına bir değeri yoktur ve toplumsal bir mutabakattan ibarettir. Milyonlarca ve hatta milyarlarca insan olarak; madeni paranın, kâğıt paranın, ve şimdilerde -paranın %90’dan fazlasının sadece dev bilgisayarlardaki birtakım bit’lerden ibaret olduğunu düşünürsek- bilgisayar verilerinin değerli olduğuna inanıyoruz ve bu inanç ve güven parayı para yapıyor.

İstisnalar haricinde paranın devletler tarafından basıldığını göz önüne aldığımızda, değerinin düşmesi, genellikle makroekonomik ve politik nedenlerle, paraya güven duymadığımız an vuku buluyor; zamanla tamamen pul hâline bile gelebiliyor. Yeri gelmişken tarihteki en yüksek enflasyon oranının, aylık yüzde 13.600.000.000.000.000 (yüzde 13 kentilyon 600 katrilyon) ile 1946’nın ikinci yarısında Macaristan’da yaşanmış olduğu bilgisini paylaşayım. Buna göre fiyatlar her 15 saatte bir ikiye katlanmış*.

Daha yakın tarihteki örnekleri ise 1994 Yugoslavya’sında (aylık yüzde 313 milyon), 2008 Zimbabve’sinde (aylık yüzde 79 milyar 600 milyon) ve bunlar kadar aşırı bir durum olmamakla birlikte 1994-2001 krizlerinde Türkiye’de yaşanmış ve 2001 krizinde gecelik faiz oranları %7.500’ü görmüştür. Bu gibi örnekler çoğu zaman savaş zamanlarında veya diğer olağanüstü durumlarda yaşanmış.

Bu hikâyelerin detaylarına hâkim değilim. Bildiğim bir şey varsa, bütün bu durumların hep kolektif, milyonlarca kişinin toplu hareketiyle ve kararlarıyla yaratıldığı. Para değerini korurken veya değerlenirken de bunu yapan bizleriz, kaybederken ve pula dönüşürken de.

***

Herkes her an para ister, çünkü geri kalan herkes de her an para istemektedir; dolayısıyla onu istediğiniz, ihtiyaç duyduğunuz her şey için kullanabilirsiniz.” – Yuval Noah Harari; Sapiens‘ten…

Çocuk gözüyle baktığım zaman çok komik geliyor. Elimde bir kâğıt parçası ile pazara gidiyorum ve üstünde yazan miktara göre değişmekle birlikte, sadece bunun karşılığında bana sebze, meyve ve diğer ihtiyaçlarımı veriyorlar. Zira o kâğıt parçasının simgelediği şey bir çeşit güç ve enerji; ve hem ben hem pazarcılar bunun o gücü ve enerjiyi taşıdığına ikna olduğumuz için alışverişte kullanıyoruz. İnanmakta zorlandığımız zamanlarda (özellikle kriz günlerinde) değer kaybediyor ve aynı kâğıt parçasının karşılığında daha az ürün alabiliyorum; ve yukarıda bahsettiğim aşırı örneklerde hiçbir şey vermemeleri bile mümkün olabiliyor.

***

İlk başlarda, kendiliğinden değerli, yani kullanım değeri olan şeyler para olarak kullanılıyordu. (Sümerlerde arpa). Zamanla, kullanım değeri olmayan ama taşınması ve depolanması kolay olan -ve değerli madenlerden yapılan- madeni paraya güven duyulmaya başlandığında işlerin seyri değişti (Mezopotamya’da gümüş). Sonraları ise değerli olmayan madenlerden yapılmış paralar basıldı, yani gerçek anlamda paranın icadı vuku buldu (MÖ 640 – Lidya’da). Üç aşamada kısacık özetlediğim süreç birkaç bin yıla yayıldı tabii, bir anda olmadı. :))

Sonraki süreçte ise paranın ne şekilde ve neyin karşılığında basıldığı, onun gelişimini ve tüm dünyanın gidişatını çok etkiledi ama bu yazıda bunlara girmeyeceğim.

***
Peki bütün bunlar pratik hayatta ne işimize yarayacak? Doğrudan şu işe yarayacak diyemiyorum ama bütün bunları bilmenin ve onun gücünü ona verenin biz olduğumuz gerçeği olduğunu algılamanın ve bu gücün nasıl bir şey olduğunu kavramanın önemli olduğunu sezdiğim için anlatmaya çalıştım bunları. 

Aşağıda yazacaklarım ise biraz daha somut ve doğrudan.

***

Para çok güzel ve pratik bir araç olarak kullanılabilecekken, daha ziyade çirkinliğin, zevksizliğin ve maalesef acıların yayılmasını sağladığı bir gerçek. Ben, bütün bunlardaki bireysel rolümüzü ve ona yüklediğimiz enerjiyi nasıl temiz tutabileceğimizi araştırıyorum. İktisat mezunu olsam da ötesine, yani işin makro boyutuna aklım pek ermiyor, doğrusu ermesini çok da istemiyorum.

Acıların yayılmasını sağlayan en önemli özelliği, dokunduğu her şeyi kişiliksizleştirmesi, tektipleştirmesi galiba. Para sayesinde her şey her şeye dönüşebilmekte. Harari’nin deyimiyle para yayıldıkça yerel gelenekler, samimi ilişkiler ve insani değerler erozyona uğradı; bunların yerine arz ve talebin belirlediği soğuk gerçeklik geçti.

Bu soğuk gerçeklik, -binlerce yıla yayılan süreç sonucunda- bugün, büyük resimde olan biteni fark etmemizin de önüne geçiyor. Paranın kolaylaştırıcı işlevi, her geçen gün daha da kolaylaşan ve ucuzlaşan nakliye işlemleri ve tüccar sınıfının palazlanması gibi sebeplerle; günümüzde dünyada satın alınan malların çoğu çok uzaklardan, bir sürüsü okyanus ötesi ülkelerden geliyor. Bu da Çin’deki tekstil imalathanelerinde korkunç koşullarda çalışan insanlardan, telefonların içinde kullanılan değerli madenleri çıkarmak için Afrika’da asker olarak kullanılan çocuklardan, üretim süreçlerinde kullanılan zararlı kimyasallar nedeniyle kanser olan, ölen işçilerden haberdar olmamızı engelliyor. Haberdar olduğumuzda da çoğumuzda bütün bunların etkisi son derece geçici oluyor; çünkü tüketici olduğumuzdan dolayı parçası olduğumuz kötülükler çok uzaklarda gerçekleştiği için içimize işlemiyor.

Eğer silikozis hastalarından birini olsun tanıyor olsak taşlanmış kotları yine satın alabilir miydik; Ergene Nehri penceremizin önünden geçiyor olsa ve geçtiği tüm tarım arazilerinde ve yer altı sularında yarattığı kirlilik bizi doğrudan etkiliyor olsaydı, burada üretim yapan fabrikaların ürünlerini tüketebilir miydik; erimekte olan Kuzey Kutbu’ndaki kutup ayıları son nefeslerini gelip bahçelerimizde veriyor olsalardı, küresel ısınmaya katkı sağlayan bu kadar fazla karbonu salmaya (klimalar, uçak yolculukları, endüstriyel et hayvancılığı vd.) yüreğimiz elverir miydi? Bunlar olsaydı; bu satırları okuyan birçokları, şu anda kendini bunları düşünür bulmuşken, beş dakika sonra çoğunu unutup hayatına aynı şekilde devam edebilir miydi?

Tabii tüm bunların suçunu zavallı paraya atmanın da pek anlamı yok. İşin parayla olan kısmı, daha önceki yazılarda yazdığım üzere bizim onu ne şekilde kullandığımızla ilgili ama bunla bitmiyor; devletlerin varlığına, toplumsal ve ekonomik sınıflara, coğrafi keşiflere ve diğer milyonlarca şeye dayanıyor.

***

Parayı güzel giysilerle giydirmek** nasıl mümkün olabilir? Onu nasıl temiz tutabiliriz? Onu nasıl istediğimiz ve sevdiğimiz şeyleri (“işleri” demiyorum) yaparak edinebilir ve aynı şükran duygusuyla vererek güzel bir dünyayı beslemek için kullanabiliriz? Benim -şimdilik- cevabım serinin ilk yazısında mevcut sevgili okuyucu, peki sen ne yapabilirsin?

***

Dahası da var ama en azından birkaç gün mola istiyorum (kendimden yani) ((:

(((bir hafta sonra devamı geldi: para-5’e buradan ulaşabilirsiniz.)))

Esen kalın; iyi yıllar!

* Kaynak: http://tarikce.blogspot.com.tr/2011/07/tarihte-en-yuksek-rekor-enflasyonu.html

** Yine C.Eisenstein’a referans vereceğim. Charles, İngilizce’deki yatırım (in-vestment) kelimesinin “kuşatma, giydirme, donatma” anlamlarına vurgu yapıyor. Parayı nasıl tertemiz, ekolojik, pamuk dokumalarla donatabiliriz?

—————————————–

Blog yazarının üç notu: 

1 – Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi “Yeni”ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 – Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 – Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir