bize dair

kendini alan karar

Yakın zamana kadar kendimi aşırı derecede kararsız biri olarak görüyordum; e öyleydim de… Gerçi ilginç bir şekilde, almak istediğim karar küçüldükçe işim zorlaşırken büyük kararlarda daha kolay netleşebiliyordum. Çikolatalı gofret ya da çokonat yeme konusunda uzun uzun düşünüp işin içinden çıkamazken bir işten istifa etmek söz konusu olduğunda bunu hızlı bir şekilde yapabiliyordum mesela.

Şimdilerde ise irili ufaklı hemen her konuda ve hemen her zaman, almamın hayırlı olacağı kararı açık seçik görebiliyorum. Ve tam burada, ifadeyi değiştirmeme müsaade edin: Artık pek karar almıyorum aslında, karar kendini alıyor; kendiliğinden zuhur ediyor.

Karar almak (sahi karar vermek ile karar almak arasındaki fark nedir?) epey zihinsel bir şey gibi tınlıyor kulağımda. Kişi olaylara, durumlara bakar, onları değerlendirir, kendince analitik bir süreç geliştirir ve bunun sonucunda birtakım kararlar alır. Bu süreçte çoğunlukla geçmişteki tecrübeler ışığında geleceğine yön vermeye çalışır.

Ne son zamanlarda moda olduğu üzere zihne tu kaka diyen biriyim ne de geçmişten öğrenmeye karşıyım ve fakat karar süreçlerinde bu ikisinin de kirletici etkileri olduğunu düşünüyorum.

Zihin, bizi öğrendiklerimiz, gördüklerimiz, duyduklarımız çerçevesinde yönlendirir. Varlığı son derece hayati olmakla birlikte son derece kirlidir de. İçinde korkular, travmalar, büyük çoğunluğu dışarıdan (aile, arkadaşlar, toplum…) öğrenilmiş ezberler vardır. Dolayısıyla “özgür” bir şekilde, hür irademizle karar aldığımızı sanarken kirlenmiş bir süzgeçten süzülenlerle idare ediyor olabiliriz. Tecrübem ve gözlemlerim, olan’ın çoğunlukla bu olduğunu gösteriyor.

Ve yine zihin, yukarıda yazmış olduğum kirli hâller dışında bakıyor dahi olsa, geçmişin verilerini işleyerek karar almaktadır, ki bu da pek istenir bir şey değil sanki. Geçmişte ben başka biriydim, sen de, o da… Dünya da başkaydı, çevre de… Ve biz geçmişin verileri ışığında karar almaya çalıştığımızda şu an’da var olmayan kişiler ve şeyler (çünkü hepsi değişti) üzerinden bunu yapmaya çalışıyoruz ve bu nedenle hayırlı olan karara ulaşmamız ancak tesadüflere kalıyor.

İşte tam da bunlardan ötürü, son zamanlarda karar almak fiiline iyice yabancılaştım; kararın kendi kendini almasına alan açmaya çalışıyorum. Ve inanın bana, bunu yaptığım sürece hiç yanılmıyorum. Zira kararın kendini alması demek, kulaklarımı içimden gelene, yani ruhumun çağrısına açabilmek ve süreci, doğal bir şekilde olacak olan‘a teslim edebilmek demek. İçimden, özümden gelen bir şeyin yanlış olabileceğine, doğal bir şekilde olan’ın hayırsız sonuçlar doğurabileceğine ise ihtimal vermiyorum. En azından şimdiye kadarki tecrübelerim istisnasız bu yönde. Özümüz hep temiz kalıyor ve bütünle bağlantılı. Her an bize fısıldıyor, bazen de bağırıyor ol’mamız gerekeni, yap’mamız gerekeni…

Üstelik özümüz hep an’da olduğu için, geçmişin yüklerinden azade bir şekilde konuşuyor bizle. Geçmiş travmalarla, üzüntülerle ve diğer olumsuz hislerle işi yok onun. Orada hep ve sadece coşku var, heyecan var. Onu dinleyen birinin sırtının yere geleceğini asla düşünemiyorum.

İnsanların büyük çoğunluğu özüyle değil de kirlenmiş zihin vasıtasıyla karar aldığı ve bu şekilde yaşadığı için dünyayla (bkz. Savaşımız-1), diğerleriyle (bkz. Savaşımız-2) ve kendimizle (bunu da yazacağım) savaş hâlindeyiz belki de. Bunun çalışmadığı ise her zamankinden daha açık bir şekilde görülüyor artık ve yeni yollar aranıyor. Bana göre bu olumlu bir şey. Yeter ki dışarıdaki arayışa ara verip içeriye daha fazla kulak vermeyi hatırlayalım. Gerisi iyilik, güzellik…

Bu arada “En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir.” lafı var ya, bunun tersine katılıyorum (Olumsuz cümleleri bu şekilde tersten olumlu bir şekilde kuran Kamyar’a selam olsun); bence “Kararsızlık, kötü bir karardan iyidir.” olmalı o. Kainatta mükemmel bir kaos hâkimken, bizim düşünüp taşınıp karar verip bir şeyleri sabitlemeye çalışmamız tuhaf geliyor bana. Yukarıda yazdığım gibi, kendi akışında ortaya çıkan kararlar zaten başka bir şey; hatta onlara karar değil de doğal akışın bebeği falan demek lâzım belki de…

Ve son olarak… Kararın kendini alması için, yeterince beklememiz gerekir. Kendi hâline bıraktığımızda bazen çok hızlı oluşan kararlar bazen bekletir de bekletir. Bence, karar alma zorunluluğu olmayan her durumda, beklemek en iyisidir. Aktif bir beklemeden bahsediyorum tabii, sorular sorduğumuz ve cevaplara kendimizi açtığımız bir beklemeden. Bana göre bizim üzerimize düşen, soru sormaktan ve bunu tekrarlamaktan başka bir şey değil. Cevap için ise aceleye gerek yok. Cevabı aramaya da gerek yok. Doğru soruları sorduğumuzda cevaplar bizi buluyor. Tam zamanında…

***

Çokonat mı çikolatalı gofret mi konusundaki kararsızlık muhtemelen çok düşünmekten geliyordu. Gözlerimi kapatıp hangisini istediğimi kendime sorsaydım, muhtemelen çok daha hızlı ve doğru kararlar ortaya çıkacaktı.

—————————————–

Blog yazarının üç notu: 
1 – Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 – Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 – Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi “Yeni”ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir