bize dair

“Yapmama”nın gücü adına

Mayıs 2020’de çok tatlı insanlar tarafından, çok tatlı bir mecra hayata geldi: başka mecra . Sağolsunlar, burada benim yazılarıma da yer vermek istediler ve onlarla paylaşmış olduğum ilk yazıyı biraz gecikerek siteye de koymak istedim.

***

başkamecra hoş gelmiş,

başkamecraya hoş gelmişim,

başkamecraya hoş geldiniz.

Bu benim için bir ilk. Nasıl bir şey olacağına dair çok da fikrim olmayan bir alan açılıyor, burada üretimlerimi paylaşabilmem için tatlı bir davet alıyorum ve neye benzeyeceğini bilmediğim bu alan için; kafamda uçuşan birtakım fikirler doğrultusunda yapmamaya dair bir yazı yazmaya oturuyorum. Bakalım neler akacak.

Ve bu ilk yazıda, içinden geçtiğimiz şu acayip döneme dair bir şeylerle başlıyorum.

***

Korona, bir süredir hayatlarımızı öyle ya da böyle ama ciddi şekilde etkiliyor. Kimimiz virüsle tanıştı ve belki şifalanma sürecinde, kimimiz bu hayattan göçtü, kimimiz kendine ya da sevdiklerine zarar gelebilir düşüncesiyle korkulu rüyalar görüyor, kimimiz hayatında ilk kez böylesine eve kapandı ve eşiyle, ebeveynleriyle, çocuklarıyla başka türlü tanışıyor, kimimiz belirsiz bir süreliğine maddi gelirinden oldu (bkz. bu satırların yazarı) vs… Korona’nın etkisinin azalacağı günlere birkaç hafta mı var, birkaç ay mı, yoksa daha mı fazla bilmiyorum ama tehdidin boyutunun bir noktada küçüleceği ve yaşamın bir şekilde normalleşeceği kesin.

Tam da burada aklıma gelen soru şu: Nasıl bir normal? Eski normal adımlarımızla insanlık olarak az zamanda büyük işler başararak (!) ekosistemin dengesini altüst ettik. Küresel iklim değişikliği, türlerin yok olması, ormansızlaşma, çölleşme, yeraltı ve yerüstü sularının zehirlenmesi gibi türlü ekolojik zorlukla iştigal ediyor güzel mavi küremiz. Buna kültürel yozlaşmayı ve tektipleşmeyi, kronik depresyonu, açgözlülüğümüzü ve ne tüketsek, ne kadar çoğuna sahip olsak gideremediğimiz tatminsizliğimizi ekleyin. Biraz da bitmeyen savaşlar, sınırlara yığılmış milyonlarca mülteci katkısı vs… Çok da sevimli bir fotoğraf değil, hımm?

Yalnız şunu en başta hatırlamamız bana çok önemli geliyor ki bu fotoğrafı hep birlikte yarattık. Devletlerin, dev kurumların, şirketlerin çok büyük payı olmakla birlikte bunları var kılan ve güçlendiren tek tek bireyler, yani her birimiz; tüketme-tüketmeme, yapma-yapmama, uyma-uymama tercihlerimiz. Bazı durumlarda bazı adımlara zorlanıyor ve maruz kalıyor göründüğümüzü tamamen göz ardı etmiyorum lakin eğer ki yapabileceklerimizi yapmaya kendimizi adarsak, zorunluluk olarak görünenlerin hızla azalacağına ve yok olacağına inanıyorum ve gerek bu yazıda ve diğerlerinde gerekse günlük yaşantımda, şimdi ve burada mümkün olan kişisel adımlara dikkatimi veriyorum. Değişimde, yeniyi yaratmada toplumsal hareketlerin, örgütlerin önemli bir rolü olduğu muhakkak lakin ben işin her daim bireyde başladığına -ve bittiğine- inanıyorum.

***

Bu aralar çeşitli mecralarda, yazılarda farklı sözcüklerle paylaşıldığı üzere bence de “Eski normale dönmemiz felaket olur.” ve dolayısıyla yeni bir normal yaratmamız hayrımıza olur gibi görünüyor. Norm, normal gibi kavramlarla aram pek iyi değildir ve onları kısıtlayıcı ve sıkıcı buluyorum ama içimdeki soru işaretlerine rağmen devam ediyorum.

Yeni normal, belki birtakım temel prensiplerde ortaklaştığımız ama “herkesin normali kendine” anlayışıyla yaklaşan ve dolayısıyla bizleri tektipleştirmeyen, kalıplara sokmayan bir normal olabilir mi? Her birimizin hayattaki yeri, geçmişi, gelenekleri, değerleri … farklıyken tek reçete üzerinden tedavi uygulamak, ölmekte olan eski hikâye’nin yöntemi olsa gerek. Gönlümüzden çıkmayan, kendimizi zorlayarak, keyifsiz ve inançsızca ilerlemeye çalıştığımız yolların çıktığı yer ise hep çıkmaz sokak oluyor diye düşünüyorum.

Yeni normalin temel prensipleri için aday kavramlarım ise küçülmeyerelleşme ve yavaşlama (hatta durma) olabilir mesela. Nicelikte küçülürken aslında nitelikte büyüyeceğimiz, coşkuyu, keyfi, üretimi ve toplulukları besleyeceğimiz bir hareketten bahsediyorum. Attığımız her adım konusunda son derece dikkatli ve özenli olduğumuz; gerçekten gerekli olmayan adımları, dünyaya sevgi getirmeyen, neşe, coşku, heyecan yaratmayan adımları atmaktansa olduğumuz yerde kalmamızın daha hayırlı olduğunu idrak ettiğimiz bir oluş hâlinden bahsediyorum…

Görsel: kuşköyden ihtimaller (Deniz Parlak)

***

Ve buradan yazının esas önermesine, yavaşlama ve durma kavramlarının önemini biraz daha açmaya geliyoruz. Fiziksel mesafeli, birbirimizden yalıtılmış ve hatta belli günlerde hiçbir şekilde sokağa dahi çıkamadığımız şu günlerde biliyorum ki birçok insan çok sıkılıyor. Bunla birlikte kimilerimiz için epey zorlu geçen bu kriz günleri bir yandan müthiş potansiyeller içeriyor.* Bu zorlu süreç; kendimizle bağ kurmak, hayatımıza derinlemesine bir bakış atmak ve bunlar doğrultusunda yeni ben’i doğurmak için harika bir fırsat. Bu fırsatı sürekli bir şeyler yaparak, kendimizi Korona öncesinde olduğu gibi sürekli meşgul tutarak geçirmek de mümkün elbette ancak benim önerim yavaşlamak ve hatta durmak üzerine olacak. Zamanı verimli değerlendirmenin yolu birçoklarımıza hep bir şeyler yapmaktan geçiyor gibi görünse de, yapma-manın yeri, en az diğeri kadar önemli.

*Çincede kriz ve fırsat sözcüklerinin aynı anlama geliyor olması çok manidar değil mi?

Yeryüzünde kurduğumuz düzen (bkz. eski normal) o kadar yapmaya dair ki yapmamanın, durmanın önemini unutmuş görünüyoruz. Çok basitleştirerek bir misal vereyim: 100 birimlik kirlilik üreten bir bireyin 20 birimlik güzellik üretmektense ürettiği kirliliği 60 birime indirip hiç güzellik üretmemesi daha faydalı olacaktır. Yani her daim, her durumda aklımıza gelen “ne yapabilirim?”, “ne yapmalıyım?” gibi soruların hemen önüne “ne yapmayabilirim?”, “neyi yapmama aslında gerek yok?” sorularını getirmek hem güzel ve önemli hem de daha kolay bir başlangıç olabilir. Hele ki bugünlerde, istesek bile birçok şeyi yapamamak durumunda kaldığımız için bu doğrultuda güzel bir egzersizin içindeyiz aslında.

Neyi tüketmesem de olur, neyi satın almasam da olur, hangi seyahatleri yapmasam da olur, hangi kıyafetlerime aslında ihtiyacım yok gibi sorular, kişisel düzlemde müthiş bir sadeleşme yolu açma potansiyeline sahip. Üstelik bütün bunları yapmak, pardon! yapmamak için herhangi bir yeni bilgiye, beceriye, eğitime, atölyeye ihtiyacınız yok; bakıyor, fark ediyor ve bırakıyorsunuz, hepsi bu. Bıraktığınız her birim fazlalık ise masraflarınızı kısarak bütçenizi rahatlatma, dolabınızı boşaltma, zamanınızı rahatlatma gibi şahane etkilere sahip. Yavaşlama ve durma neticesinde rahatlayan bütçemi farklı bir alana yönlendirebilir veya daha az çalışarak yaşayabileceğimi fark edebilir; ferahlayan dolabımda daha fazla sevdiğim eşya ile kalabilir ve onları daha fazla kullanabilir; boşalan zamanımı daha fazla sevdiğim uğraşlara aktarabilir veya salt boş durmanın tadını çıkarabilirim mesela…

Yani neyi yapmayabilirim, neyi bırakabilirim gibi sorular sayesinde atmaktan vazgeçtiğimiz adımlar bize, boşalan yeri daha uygun şekillerde değerlendirebilmemiz için alan açacak. Bazen durmalıyız ki yeniden harekete geçmek için güç toplayalım, bazen yüklerimizi boşaltmalıyız ki yeni fikirler, hayaller için bahçemizde yer açılsın, bazen ölmeliyiz ki yeniden doğabilelim, bazen susmalıyız ki doğru zamanda doğru şeyler söylemek, yani kelâm etmek için alan açılsın…

Bu ahvâlde kaçınılmaz olarak artan çevrimiçi buluşmaları, konserleri, dizi izleme platformlarınının kullanımını, ve her türlü keyif verici tüketimi (yemek yemek dahil) ihtiyat ve sorumlulukla kullanmamızı çok önemli buluyorum mesela. Bütün bunlar harika fırsatlar, hizmetler ve keyifler lakin bunları seçerek ve ölçülü bir şekilde hayatımızda var etmediğimiz takdirde, yaşama hâlimizde pek de bir şey değişmiş olmuyor bana göre. Dopdolu yapılacaklar listeleri, her an’ı doldurma ve değerlendirme telaşımız varsa; bu, fiziksel koşturmalarımızın sınırlandığı şu zamanlarda zihinsel koşturmalarımızı olduğu gibi devam ettirdiğimizin göstergesi. Ki yavaşlamaya ve durmaya en çok ihtiyaç duyan parçamızın zihinlerimiz olduğunu düşünüyorum.

Görsel: kuşköyden ihtimaller (Deniz Parlak)

***

O zaman bu yazı bir davetle bitsin mi? Evde kaldığımız şu günlerde dikkatimizin bir kısmını “neyi bırakayım”a çevirsek nasıl olur? İster kalem kağıdı elinize alıp, ister doğrudan dolaplarınızın başına geçip fazlalıkları, çürümüşleri, ihtiyacınız olmayanları ayırmaya var mısınız? Fazlalıkları ihtiyacı olanlarla buluşturmaya, bozulmuş ve çürümüşleri komposta ya da geri dönüşüme atmaya ve hafiflemeye var mısınız?

Daha da önemlisi, miyadı dolmuş düşünceleri, inançları, alışkanlıkları da buna dahil edelim mi? Bize hizmet etmeyen, işimize yaramayan, son kullanma tarihi geçmiş her türlü zihin artığını da geri dönüşüm kutularına taşıyalım mı?

Bunca dolu zihinler, bunca dolu çekmeceler, bunca dolu yapılacaklar listesinde sadeleştirme yapmadan bize hizmet edecek bir yeni normal yaratmamız pek mümkün değil. O yüzden buradan başlayalım, devamını da yine birlikte getirelim. Ne dersiniz?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir