Sen yoksan bir eksiğiz
Defne Koryürek’in bir ara yazdığı üzere, indirimde diye aldığımız sekizinci tişört ile 3.Köprü, Kanal İstanbul vs. arasında düpedüz bir bağ var. İçimizde büyüttüğümüz nefretle birkaç gün önce ölen arkadaşlarımız arasında sıkı bir bağ olduğu gibi… Her şey her şeyi etkiliyor, kocaman bir ağın parçasıyız ve tercihlerimiz geleceğimizi şekillendiriyor. Ne yiyip içtiğimiz, ne giydiğimiz, hangi ürünleri tükettiğimiz, ne düşündüğümüz, enerjimizi neye verdiğimiz … bütün bunların kolektif birliği “hayat”ı meydana getiriyor ve meydana getirdiğimiz hayattan hemen hiçbirimiz memnun değiliz; gerek kişisel boyutta gerekse büyük resme baktığımızda…
Bütün bunları sözümona biliyoruz ama hayatlarımıza baktığımızda, uygulamalara gelince birçoğumuza verilecek not “Otur, sıfır!”dan ibaret. Üzgünüm ama öyle…
Yok yok üzgün falan değilim, lafın gelişi öyle yazdım. Yolculuğumuz böyle işte, bunu kabul etmekten başka çare yok. Yavaş yavaş ilerliyoruz. Ya da kendi hayat yolculuğumuz üzerinden düşündüğümüz için yavaş gittiğimizi düşünüyoruz ancak evrenin işleyişine ve oradaki zaman akışına baktığımızda, galiba, tam da olması gerektiği hızda ilerliyoruz. Charles’ın söylediği gibi, insanlık olarak bir çocukluk dönemi yaşadık, güzelim dünyamıza benmerkezci bir şekilde yaklaştık, onu yağmaladık, yakıp yıktık; hatta tabiri caizse (ki bence caiz) içine ettik. Fekat şimdilerde kolektif bir şekilde yetişkinliğe adım atıyoruz. Dünyamızı sevmeye, ona iyi bakmaya niyet etmeye başlıyoruz. Kitlesel bir uyanış var ve dünyanın her yerinde, birbirinden çok uzaktaki insanlar aynı şeyleri hissetmeye, dile getirmeye, hayata geçirmeye başladılar. Ve evet, tam da ihtiyacımız olan anda olmaya başladı bu. Tam da dünyamızın yokuş aşağı gidişinin hızlandığı zamanlarda mevcut paradigmanın zıddı yaklaşımlar, söylemler ve eylemler yerlerini alıyor yavaş yavaş. İnanmak istiyorum ki bu uyanış hızlanacak, büyüyecek ve önce geriye gidiş yavaşlayacak (uyanan bireylerin yanısıra gidişatın farkında olan ülkeler de bu konuda ciddi önlemler almaya başladılar), sonra daha sabit bir duruma geçeceğiz, ve nihayetinde de yavaş yavaş yokuş yukarı, olmak istediğimiz ve olmayı hak ettiğimiz yere çıkmaya başlayacağız.
Olmak istediğimiz yer çok başka. Hepinizin öyle, çok iyi biliyorum. Daha keyifli bir dünya istiyoruz; daha az çalışmak, hatta -şu anki anlamıyla- hiç çalışmamak istiyoruz; oyun oynamak, dans etmek istiyoruz; bir ağaç gölgesinde serinlemek, genci yaşlısı bir araya gelip paylaşımlar yapmak, hep birlikte üretmek; en güzel, besleyici, lezzetli gıdaları tüRetmek istiyoruz. Var mı bunlara itirazı olan?
Muhtemelen yok ama şöyle de bir şey var: İstiyoruz ki dünya değişsin, kıvama gelsin, şartlar olgunlaştığında ve her şey hazır olduğunda biz de değişiriz. Yok hocam, öyle olmuyor işte. Biz değişeceğiz ki dünya değişsin. Biz ekolojik gıdaları tüketeceğiz ki binbir emekle üretim yapanlar buna devam edebilsin, yeniler de bunu yapmaya başlayabilsin; biz içimizdeki nefretle, korkuyla hesaplaşıcaz ki yeni Ankaralar olmasın; biz işe yürüyerek, bisikletle, bilemedin toplu taşımayla gidicez ki daha az araç üretilsin, daha az fosil yakıt dünyaya çıkarılsın; -vakti geldiğinde- biz kendimizi hayatın eline güvenle bırakıp işlerimizi, okullarımızı, bizi köleleştiren her şeyi bırakıcaz ki büyük büyük şirketler, beynimizi kalıplarla dolduran okullar, hamileliğe bile hastalık muamelesi yapan batı tıbbı ve köhnemiş tüm kurumlar bütünün yararına olacak şekilde dönüşsün.
Ama dostum, işte, sen yoksan bir eksiğiz. Haa, anlıyorum seni. Korkuyorsun kendini hayatın güzel ellerine bırakmaya, istiyorsun ki her şey “garanti” olsun (şu anki durumlar ne kadar garanti, fena halde tartışılır tabii), “emin olmak” istiyorsun vs. Konfor alanında rahatsın, çok iyi anlıyorum. Bundandır ki işini, okulunu bırakamıyor, değiştiremiyorsun; hatta bundandır ki -belki de hiç sevmediğin- eşinden ayrılamıyorsun…
Ama dostum, işte, sen yoksan bir eksiğiz. Anlıyorum seni. Nefret etmek, ötekileştirmek, haklı olmak iyi, kolay geliyor. İstiyorsun ki “düşmanlar”ı yenelim, savaşı kazanalım, mutluluğa ulaşalım. Ama yok hocam, öyle olmuyor. Sen ailenle kavgalısın, arkadaşlarınla-sevdiceğinle kavgalısın, çalıştığın işle, hocanla hepsiyle kavgalısın; en önemlisi de kendinle kavgalısın. Ondan sonra diyorsun ki dünyaya barış gelsin, artık ölmeyelim, şu-bu… Bu kadar hırsın, nefretin, sevgisizliğin içinde debelenirken diyorsun ki bitsin bu zulüm! Yok dostum, bu işler öyle olmuyor. Bizler “yaşam”ın ta kendisiyiz ve biz dönüştükçe o da dönüşüyor, biz sakinledikçe o da sakinleşiyor, biz nefretten arındıkça o da arınıyor, biz barışçıl titreşimleri yaydıkça o da yüksekten titreşiyor.
Hem daha güzel bir yaşama yolu var mı ki? Nefret ederek, tiksinerek, daha da kamplaşarak, o güzel dünyaya ulaşabileceğimizi gerçekten de düşünen var mı? Vuruyorlar, patlatıyorlar, öldürüyorlar, göz yumuyorlar; evet de… Bunların hiçbiri yeni değil ki… Binlerce yıldır ve özellikle de son yüzyıldır bütün dünyada yaşanan katliamların haddi hesabı mı var! Çok eskiye gitmeye gerek yok, son 10-15 yıla baksak yeter. Irak’ta milyonun üstünde insan öldü yahu! Suriye’de birkaç yıl içinde yüzbinlerce insan öldü! Türkiye’deki katliamları yazmaya artık kalbim dayanmıyor; kronolojik mi gitmeli, ölüm sayısına göre mi sıralamalı… İnsanlarla kalsa yine iyi, hayvanı-bitkisi, binlerce canlı türü yok oldu ve daha da hızlı bir şekilde yok olmaya devam ediyor! Toprağı çoktan mahfettik, doğru düzgün gıdaya ulaşmak için bin dereden su getirmek gerekiyor! Dünyanın akciğeri olan ormanların çok büyük bir kısmını 50 yıl içinde hallettik, yağmur ormanlarını bile! Buzullar eriyor, yerküremiz ısındıkça ısınıyor! …
Dostum, sen yine istersen acele etme ama bil ki sen yoksan bir eksiğiz. Otuzuncu tişörtünü, yirmibeşinci gömleğini almaya devam ettiğin sürece toprağı mahfeden kitlesel pamuk üretimi ve ayrıca Uzakdoğu’da insana yakışmayan çalışma halleri, ve tüm bu ürünler oraya buraya gönderilirken karbonlar salınmaya devam edecek. Sen gıdana dikkat etmemeye devam ettiğin, Ekvator’dan gelen muzu, Şili’den gelen cevizi yediğin, bol ilaçlı, fenni gübreli kitlesel tarım ürünlerini tükettiğin sürece toprak tamamen yok olmaya, yine bolca karbon salınmaya, -bunla kalsa iyi,- yediğin kötü gıdalar seni hasta etmeye devam edecek.
Dostum, sen yine kendi durumlarına göre davran tabii ama unutma ki sen yoksan bir eksiğiz. Bu sistemi sürdürülebilir kıldığın her kararın bizi sona yaklaştırıyor. Yahu bırak sona yaklaşmayı falan da hayatlarımız çok kuru, tatsız tuzsuz değil mi sence de? Bu mu yani hak ettiğimiz? İt gibi (benzetmenin çirkinliği de ayrı mesele) çalışıp kendimizi tekrar edip başkalarıyla aynılaşmaya çalışıp yaşayıp gitmece… Cidden, bunun için mi geldik yahu bu dünyaya?
Nerde kahkahalar, nerde güzellikler, nerde umut, nerde sevgi… “Dünya, Türkiye bu haldeyken nasıl umutlanalım, nasıl gülelim, nasıl sevelim?” diyenler çoğunlukta, biliyorum. Ve diyorum ki bir kezliğine olsun dünyadan önce kendimize bi’ bakalım. Kendimiz neyi besliyoruz? Umudu, aşkı mı çoğaltıyoruz, nefreti, kini mi? Keyif mi almak istiyoruz, intikam mı? Birleşmek mi istiyoruz, daha da ayrışmak mı?
Yani -Durukan’ın Berkin öldükten sonra yazdığı yazıdan ödünç alacağım tabirle- diyeceğim o ki, Ankara’da yüzün üzerinde arkadaşımız öldü, peki biz geride kalanlar gerçekten yaşıyor muyuz? Yaşayacak mıyız?
–Bu yazdıklarım içinde yankılananlar için söylüyorum,- bu yazıyı “like etmek”le, belki paylaşmakla yetinip “evet abi yaa” falan deyip onbeş dakika sonra unutup kaldığınız yerden devam mı edeceksiniz; yoksa …
İşte bu üç noktayı her şeyden önce kendimiz için doldurmaya başladığımızda dünyada cenneti yaşamaya başlayacağız. Bir kısmımız çoktan başladı, bekleriz…
Not: Ben de bütün bu yazdıklarımın muhatabıyım, sütten çıkmış ak kaşık falan değilim. Deniyorum, elimden geleni yapmaya çalışıyorum…
Bir de…
Yöneldiğin hayatı değiştirmek istiyor ve neresinden başlayacağını bilemiyorsan lütfen bana ulaş. Hizmetindeyim!
—————————————–
Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz’undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda “çalışmak”tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında “para eden” şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi’takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki…
Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman “doğrudan” getirmiyor. Hep bi’takım dolambaçlı yollar… Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:
Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?